Bumerang Rotası

Derler ki, bu icat yaşamsal bir ihtiyaçtan türedi. Günah kelimesinin kendini
aşıp kentin sokaklarından semaya taştığı; kadınların ayak bileklerinin dahi sakıncalı
sayıldığı, sırf bu yüzden çarşaflarını, feracelerini dolaba kaldırdığı, dışarıya
pencere kafesinin ardından baktığı, kunduracıların sadece çocuklarla
erkeklere çalıştığı yıllardı. Ramazanda iftardan sonra Sultanahmet’ten yeniyetmelerin
şenlikli bet sesi; karanlık, izbe sokaklarda kabadayıların küfrünün ince
ıslığı duyulurdu. Ardından bir feryat yükselirdi: "Yok mu lan bu kitapsız hastanın
şifası!”
İcat anonimdi. Sahiplenen biri çıksa, duyulsa kelle anında uçurulurdu. Ayyaşlığın
disiplinli idmanını hangi kaide bozabilirdi? Kaidenin sütununa konan
kuş hangi ama ile şakıyacaktı? Sonuçta, en azından bir ama içerirdi her günah.
Önce kabulleniş, ardından onu yadsıma. İkircikli kesinlik. Orucu mekruh etmeyen,
tersine her türlü açlığın, susuzluğun yaratabileceği dimağ bozukluğunu
anında yatıştıran, üstelik zihni ipekli çarşaf gibi dingin deniz ortamına bürüdüğünden,
içinde beliriveren düşünce kırıntısını olgunlaştırabilecek ortama kavuşturduğundan
bu ihtiyacı gidermek sadece ayyaş takımı için değil her kula farz oldu.
Bilenler formülü şöyle anlattı: Koyunun ince bağırsağı bir güzel temizlenir,
yıkama suyu süzülürmüş. İnce, keskin bir bıçakla yaprak gibi açılır, mümkünse
rüzgârı kuytudan alan bir yerde havalandırılır, hafif nemliyken (ortalama bir mum
alevinin bir karış üstüne çarşaf gibi gergin açılıp tutulduğunda titriyorsa derhal
tezgâha yatırılır) içine esrar dizilip sarılırmış. Dozun ayarı mühimmiş. Zarif bir
kadının serçe parmağı kalınlığında olanı makbulmüş ama hap ile baklava dilimi
büyüklüğü arasında değişen ebatta da kesilebilirmiş. Kurutulur, sonra da sahurda
oruca niyet edip bir bardak suyla yutulurmuş. Bu nadide sarma genellikle öğleye
doğru gösterirmiş etkisini. Kullanan her zat kendini de dünyayı da pür-i pak görmeye
başlar, "Gizemin sırrı sadece deneyimdedir,” dermiş, "anlatmayı geçiniz.
İşin ilmi yaşamada.”
Aradan söz perdesini kaldırıp tavırlarıyla daha çok konuşan ve bu mucizeden
istifade edenlerin birbirine selâmı da şu parolaymış; "Afyonun patladı mı?”
*
"Efendim?”
"Afyonun diyorum. Daha patlamadı herhalde. Suratına bakanın kırk yıl kısmeti
kesilir.”
 
Bir şey demedim. Yüzümde bir çizgi bile oynamadı. Bulaşık makinesindeki
bardakları tezgâha diziyordum. Dolaba sonra yerleştirecektim.
Karım sigarasını, fincanında çözdürdüğü kahvesini alıp balkona çıktı. Sardunyaları
sulamıştım, yapraklarının kokusunu anında bastırdı tütün dumanı.
Midem bulandı. Masadaki sepetten bir lokma ekmek koparıp ağzıma attım. Salona
geçip pencereleri açtım. Bahçedeki iki iğde de çiçeklenmişti. Serçe ağacının cıvıltısı,
çim fıskiyesinin sesi, nemli toprağın, el kadar açmış beyaz güllerin kokusu, yaz sabahı serinliği. İçime çektim hepsini.
Makineyi boşalttıktan sonra kahvaltıya geçecektim. Çayı sardunyalardan
sonra demlemiştim. Çatal bıçakları yerleştirirken karım başını uzattı. Dudağında
tütüyordu sigarası. "Az yavaş,” dedi, "şangır şungur… bırak, sonra yaparsın.”
Ses etmedim, usulca balkon kapısını kapattım. Sakinliğimin kararı aynıydı.
Metal temasların sesini yeni duymuştum.
Masayı hazırladım. Rafadan için sayıyordum cezve başında. Harekete gün
ışırken başlamıştım. Sabah yürüyüşünün sonunda eve dönerken aldığım gazetelerden
bol resimli olanına bakıyordu karım. Mutfak sandalyesinde. Okuma gözlüğü
burnun ucunda. Ciddiydi yüzü. Magazin okumuyordu sanki. Bardaklara çay
doldurdum. Hafif esintiyle incecik iğde kokusu geliyordu arada bir.
Kahvaltı boyunca konuşmadık. Yumurtalarımızı yerken kıvamı iyi tutturduğum
için bir bravo aldım sadece. Sonra bir iki lokma reçel, bal, üçüncü bardak
çayda gazeteye gömülme. Demlikte kalmamıştı çay. Sofrayı topladım. Bulaşıklar
karımındı.
Kahveleri de hazır edince odama çekildim. Unutma egzersizimin yurduna.
Bu programa sekiz ay önce başladım. Her ayrıntısı tamamen bana ait. Başardığımda,
iliğimi kemiren şeyi unutmak için aldığım yatıştırıcılardan kurtulacağım.
Sabah uyanabiliyorsam ve yataktan kalkıyorsam bu hevesin tek nedeni, egzersizim.
Gözümü açar açmaz harekete geçiyorum; yattığım pozisyondan doğrulduktan
hemen sonra hava nasıl olursa olsun odamın vasistasını açıyor, giyinip dışarı atıyorum
kendimi. Zen yürüyüşüm sırasında adımlarımdan, her şeyden kopuyorum.
Gerçek bir kopuşun öncesi ve sonrası önemlidir. Kalkış nefes keser de dönüşte
yere çakılmamak için zihnin hareket hızını, zeminin mekaniğini iyi ayarlamak
gerekir. Her sabah yakınlardaki koruluğa giderken enternasyonal özgürlük marşları,
dönüş yolunda süngüsü düşen askerin talim tutanağı döner kafamda. Hiç
şaşmaz, saat on bir buçuğa kadar sıralı ev işleri, bedenin evde de çalışmayı sürdürmesi,
kahvaltı doygunluğu, ardından kafadaki kafesten uçma denemeleri.
Sırtımı huzurla dayadığım tek varlığım, elli yıllık koltuğuma iyice yaslandım.
Bugüne kadar çok ev değiştirdim. Ama benim asıl evim olan bu koltuk. Oturur
oturmaz kürek kemiklerimi kavradı. Boynumu rahatlattı, uykumun yükü kabusumun
ağırlığını alıverdi. Göz göz köpüklenmiş kahvemin ilk yudumunu içtim ve
derin bir oh çektim. Karımın deyimiyle afyonum patlamış olmalıydı. Cıgaralığın 
ilk nefesinin ciğerlerime yayılması gibi, bir kuşun kafes kapısının açılıvermesi
gibi, yağmura doymuş toprağın güneşle esnemesi gibi. İyi esnedi kafam, birdenbire.
*
Dedim ki, "İstanbul’un merkezi nere?”
Dedi, "Abi Cihangir.”
"Peki bedenin merkezi nere?”
Şaşırdı. Kafasını kaşıdı, çayından bir yudum aldı. Başını yana büküp ağzını
büze büze, "Abi benim merkezim benim kalafat,” dedi.
"Siktir,” dedim, "göt. Ceviz kadar beynin bu kadar mı işliyor, itoğlu it. Tekkeye
takılıyon bi de. Bi söz de mi kalmadı aklında lan?”
"Ne abi,” dedi. "Ortası neymiş insanın?”
"Ortası değil merkezi merkezi! İnsanın merkezi bağırsağı.”
"Yapma ya.”
"Ne sandın. Ölçtüm biçtim. Tamam mı… bunu da unutma.”
"Yani abi?”
"Geçen Mesut Hoca dedi ya, insan bedeninin kalemiye takımı tek başına
beynidir. Nah beynidir. Allah yaratmış. Derdini de şifasını da. Bağırsak olmasa
şu cehennem sıcağında orucu bozmadan durabilir miydin lan, hı? Esrarı neye saracaktın?
Diyelim sardın ağzın dilin tövbeliyken… günahımız yetmedi. Bi de ramazan
çarpmasından düdüklenelim.”
"Doğru söylüyorsun abi. Ama anlayamadım. Merkez neydi?”
"Al,” dedim, "bu. Tamam mı?” Üçün birini gösterdim. Kolumu da şak diye
suratına uzattım.
"Abi,” dedi "böyle yapma, bozuluyorum ama.”
"Lan,” dedim, "sen mi bozuluyon! Ben seni var ya, parça parça bozucam.
Ulan it! Sen kim oluyon da bizim Barba Yorgo’ya, hacı, diyon. Hı, göt. Nereye gidiyon
lan, kimden öğrendin bu hacı lafını?”
"Yok abi, nerden çıkarıyon, yok öyle şey.”
"Bana bak, façayı topla, adam ol. Tamam mı? Seni var ya. Cihangir’in göbeğinde
itin götüne sokar çekerim. Barba Yorgo, Barba Yorgo’dur. O kadar. Bir
daha hacı lafını duyarsam. Sikini keser eline veririm. Anladın mı, hı?”
"Anladım abi.”
"Şimdi al şunu. Yut. Orucuna niyetlen. Uyumadan çavuşla da oynama. Düzgün
yat. Yarın öğlen kahveye Barba gelince elini öpeceksin. Barba top patlamadan
bir şey içmez. Ama sen gene de sorucan, kulağına eğilip Barba Yorgo, limonatanı,
kahveni… ne istersen onu, gel arkada iç, diyecen. Canı isterse, içerse içer. İçmezse
kendi bilir. Dökersin gider. Anladın?”
"Anladım abi.”
"Merkez ne lan?”
"Barba Yorgo abi.”
"Bir de bu,” dedim ve ona ‘Ramazan Davulu’nu verdim. Bağırsağa paketlenmiş
esrara şifâlık derdik çocuklarla aramızda, ama olsun bu onun yeni ismiydi.
Bence yani. Kafam iyi açılmıştı. Su katılmış kuru çivit boyası gibiydim. Allahsızım
öyle. Kulağımın dibinde gümbürdüyordu pezevenk davulcunun tokmağının sesi.
*
Karım telefonda. Anlattıklarını ilk kez duyuyormuş gibi şaşırarak dinlemesini
beceren çocukluk arkadaşıyla konuşuyor. Arada uzun susuyor, aniden patlatıyor;
"Aynen, aynen öyle,” diyor, "aynen!” Yeniden sıra kendisine geçiyor
böylece. Ses bombardımanına tutuluyor ev. Üst perdeden bir kahkaha, mutlak
sessizlik. Sonra gene öfke havanından ortak düşmana peş peşe atılan hakaret topları…
Bu da onun disiplinli idmanı. Annesiyle, arkadaşıyla konuşmadan geçmez
günü. İkisi için belirlediği saat değişmez. Benim gibi rutinini asla bozmaz karım.
Akşamüstü markete alışverişe gider. O da emekli. Zamanı bol. Ama durur durur,
iş çıkışı eve dönmeden markete uğrayanların sırasına girer kasada. Sosyalleşir
böylece. Dönüşte söylenmeyi maharet sayar.
Telefonu kapasa bile konuşmaya devam ediyor, sesinin rengi değişti gene
ama ne söylerse söylesin yakınma makamında.
Söylenme sanatı böyle nakşeder saltanat vaktimize. Derim. İçinden tabii.
Her gün tekrar ederim bu sözü. Nedense iyi gider. Ama bu konu başka. Asıl konumuzsa
odamda belli bir yöntemle çalıştığım egzersizim. Bir yerde, biz lakırdısı
girer devreye. Cinsiyetini unutmuş bir Robenson. Yani benimle kafamdaki düşünceler;
bir bütün olarak kişisel Cumam. Bir araya gelir ve kadeh tokuştururuz.
İmgelemimde yani. Kimliğimi, geçmişteki mesleğimin düşünce alışkanlıklarını,
acı anılarımı bir tırtılın ya da yılanın gömleği gibi çıkarmaya çalışırım. Emekli
olduğumun akşamı yemek sırasında başlayanları. O gün işte. Gazetecilikte okuyan
çocuğun ölüsü geldi, karşıma dikildi. Ali Rıza’nın arkasına. Altıma kaçıracaktım
az daha. Bütün gece boyunca gözünü kırpmadan baktı bana. Yüzünde hiç ifade
yok. Ama ölü. O ifadesiz yüzde öyle ifadeler okudum ki. O haberi niye öyle yaptın,
bildiğin şeyi niye bilmezlikten geldin, der gibi. Ölmeseydi meslektaş olacaktık.
Belki aynı gazetede. On beş yıldır unutmak için kafayı iyi yapan ne şifacı varsa
gittim. Son çarem bu egzersiz. Kararlıyım. O uğursuz günü unutacağım. Fakülte
tuvaletinin tavanındaki su borusundan dal gibi sallanıyordu oğlan. Adı neydi…
Serkan. Adı olmasa da bilirdim. İpten indirilmeden önce oradaydım ben de. Sen
olsan bilmez miydin asılmış bir insanı?
*
"Üç şey bilirim ben bu hayatta.”
"Ne abi?”
"Bir dostluk. Gerisi berisi ötesi de dostluk. Dışında kalan ne varsa sil gitsin.”
"Silmem mi abi,” diyor. "Anında. Yeter ki sen iste.”
"Ciğerimsin.”
"Eyvallah abi.”
"Eyvallah!”
Ama bazı eyvallahlar var ki… Ne söze sığıyor ne de… ne biiilim işte…
başka kalıba.
Öyle içli eyvallah dedi ki, kalkıp anında alnından öpesim geldi. Ama delikanlılık
bu. Sığar mı şapur şupura. Tepeden inme, dedim:
"Barba Yorgo’ya saygımız sonsuz. Yarın var ya… elini öpme ensendeki tokmağım.”
"Sen ne diyon abi, emrin başımın üstünde. Ama diyorum ki şifâlıktan bi
tane daha versen.”
"Sana bir tepsi baklava feda olsun koçum. Yarın gel, al evden.”
"Nasıl sarıyon abi, şu işi bana da öğretsen.”
"Lafla olmaz bu işler koçum. Meraklıysan gelir yanımda öğrenirsin.”
"Sahi mi abi,” dedi, durdu… düşündü. Yüzünü avuçlamıştı. Boş boş bakıyordu
yere garibim. Başını kaldırınca gözünü gözüme dikti. Bayat balık gözleri
nasıl da saftı. "Abi, bu bizim şifâlık haram günah değil, de mi?
"Hayda! Nerden çıkardın, ne haramı ne günahı?”
"Ne biliyim abi. Mahmut’un İdris dediydi. Orucu mekruh edermiş de, Allah
istemedikçe kafa uçuşunu kul da ol öyle, diyemezmiş de.”
"Tüküreyim çarkına. İbibik İdris mi sayıyormuş lan günahın kantarını. Bu
leş gibi sarı sıcakta o puşt ne yapıyormuş? Dur hele… Bu dünyanın kahrını o
neyle çekiyormuş? Başlatma şimdi. Bilmiyor muyum ben onun ne dürzü olduğunu.
Lan çölde günahından nasıl arınıyormuş kul oğlu kul? Deve götüne bezir
sürerek mi? Kapını kapat. Şifâlığını yut. Kimseye de bi şey deme. Yorgo’ya da
hacı deme.”
"Tamam abi. O iş tamam.”
*
Evin sesi kesildi. Dalga seriliverdi koltuğumun kıyısına. Dingin bir denizdeydim.
Bir süredir öyle. Ağır ağır yüzüyorum. Bedenim suya yayılan bir balık.
Genişleyip ağırlaşıyor ve yoğunluğun herhangi bir noktasında dibe dalıveriyorum 
Gözlerim açık. Aklımdan çıkardığın şeylerden biri de nefes. Aklından ne kadar
çok şeyi çıkarırsan o kadar hafiflersin, yani, hafiflik eşittir cazibe. Kimin için ve
kime göre cazip, diyor karım. Olsun, desin. Böyle sesler gelir, hep bir şeyleri sorar.
Geldiği gibi de gider. Gitmeli. Çocukluğumdan beri katı disiplinle kontrol altına
alınmış sadık bir yurttaş olduğumdan tüm bunlar. Ama bir süredir Cumam var
benim. Sınır gibi şeyleri çözüp kaldırıyor o. Cumam "Bırak şimdi her şeyi,” deyince
bırakırım. Anında. Yüzüyordum, bir balığa dönüştüğümün farkındaydım
ve farkına vardığım anda değişti her şey. Suda debelenmek bana göre değil. Yüzeye
çıkıyorum hemen. Çünkü ben iyi bir yüzücüyüm. İyi, başarılı olmaya çalışmak
seni sadece oyalıyor, diyen Cumamın sesini duyuyorum. "Sen bir balıksın,”
diyor, "ve devam edeceksin suda kalmaya. Biliyor musun, İsa peygamberin de
adı Yunancada balık. Kararından vazgeçme, balık ailesine katılmaya.”
"Peki,” diyorum. İtaat etmekten başka yolum yok benim.
*
"Yani şimdi abi, Ramazan bitti diye şifâlığı almayacak mıyız be abi?”
"Haşa… Daha şevvâli var bu işin oğlum.”
"Abi, şöyle şak diye çakalım şevvalden sonra da, hı… Hem de akşamdan.
Sabaha afyon ne patlar ama.”
"Kafa çalışıyo oğlum sende. O vakıt kolları sıva. Baklava tepsisi öyle kolay
kazanılmaz.”
"Derhal abi, anında. Sen ne dersen o.”
*
Derken… İnançlardan bir inancın üç büyük günahtan biri saydığı unutmak
denen güzelliği zihnine çekivermek için çabalayıp duran adam, unutmak istediği
şeyi unutuvermiş. Birdenbire. Yani, artık şey dediği şey, o şey işte. Hayalin görüntüsü
zihninde belirdiği anda gürültülü başka bir şey duymaya başlamış. Bambaşka
bir sahne görüvermiş. Oh be, demiş o dakka, dünya varmış. İyi ki, iyi ki
başka şeyler de var bu hayatta. Bambaşka şeyler de oluyor. Yani… bu başka şeyler
var ya, beni benden alıyor.
*
"Yani,” dedi, "abicim bu kadar kolay mıydı her şey?”
"Tamam,” dedim, "kaptın olayın ilmini. Yamacıma seril, güneşteyim ben.”
"Esneriz di mi abi?”
"Sus, artık. Konuşma!...”
Anksiyete
"Hadi oku. Ne yazdın?”
"Altı kelime. Ava çıkan örümceğin dikkati, bütün sermayesi.”
"Fena değil.”
"Peki, sen ne yazdın?”
"Yaşamın ne zengin; eski sevgililer, yeni sevgililer…”
"Kaç yıl oldu yahu. Unut tamam mı, yok artık öyle sevgililer… sevgililer...
Bir tek sen.”
"İşte, inanmadığım tek şey.”
Karşılaşma
Otel lobisinde beş çayı içiyorlardı. Telefonlarını sehpaya yeni bırakmışlardı,
yanlarında beliren çocuğun sesini duyduklarında ikisi de afallamış ama bunu ustalıkla
gizlemişlerdi birbirlerinden.
"Siz Güneşçeyi biliyor musunuz,” dedi küçük kız.
"Neyi… Anlamadım canım, neyi biliyor muyuz?”
Kıkırdadı kız, "Güneşçeyi,” dedi. "Bu bir dildir, çok esnek bir dil. Bir de
ince ve uzun. Tıpkı benim gibi.”
"Maalesef canım ikimiz de bilmiyoruz,” dedi kadın, gözlerini açıp başını
iki yana sallayarak. "Ama istersen iki dilde güneş diyebiliriz.”
"Hayır ben Güneşçeyi diyorum. Mari’ye Saniş dedim, anlamadı, du yu nov
Saniş, dedim gene anlamadı. Ama sizin anlayacağınızı düşündüm.”
"Mari kim,” dedi kadın.
"Benim bakıcım. Oradaydı, yani az önce. Şimdi tuvalette. Bana bir labirent
çizdi. Karışık yollar yaptı, doğru yolu bulmam içinmiş. Ben tuvaletten gelinceye
kadar yap bunu, dedi. Ama çok kolaydı, hemen yaptım. Ben greyfurt suyu içiyordum.
Greyfurt ne komik bir kelime değil mi. Siz ne içiyorsunuz şarap mı şampanya mı?”
Kadın adama bakınca onun bıyık altından gülümsediğini gördü.
"Annen nerede?” dedi kadın.
"Toplantıda.”
Bakıcı tuvaletten dönmüştü. Küçük kızın yanına geldi, elinden tuttu. Adamla
kadından özür diledikten, ikisine de kibarca iyi günler dedikten sonra kızı oturdukları
masaya götürdü.
İçkisinden bir yudum aldı adam, "Sevgilim, benim adıma yanıt vermeseydin
keşke,” dedi.
"Off yapma canım ya. El kadar çocuğa…”
"Konuşmama fırsat tanımadın ki.”
"Du yu nov Saniş,” dedi ve bir kahkaha patlattı kadın, sonra lobinin geniş 
pencere camından dışarıya baktı. "Annesi nerde kim bilir… Benim bir kızım olsaydı
böyle bırakmazdım. Asla bırakmazdım bir başkasına.”
"Bence yapmalısın,” dedi adam, "bir çocuğun olmalı. Oyalanırsın böylece.”
"Kimden?” dedi kadın mırıldanarak. Adam duymadı. Telefonuna bakıyordu.
Karısından mesaj gelmiş gibi kasılmıştı yüzü. Kadın buna benzer bir sahneyi daha
önce yaşadığını anımsadı. Ama üstünde durmadı pek. Dışarıda şimşek çaktı, sağanağın
sesi her şeyi silip süpürüyordu.
Caddede ağır ilerleyen otomobillerin, onların arasından geçip giden motosikletin,
hışırdayan yağmurlukların, şemsiyeden su birikintisine kayıveren damlaların
sesi. Hepsi ve şey kayboluyordu. Akşamın alacakaranlığında. Hızlıca.
Temel egzersiz
"Evlilik bir sanattır ve elbette sanat da sanatçının idmanıyla ilgilidir.”
"Gene kamyon arkası yazısına sardın. Ne alaka şimdi? Sanatmış, idmanmış...
Saat kaç oldu biliyor musun?”
"Biliyorum tabii. Üçü çeyrek geçiyor.”
"Kargaların kahvaltısından önce yola düşecem, bana daha uykulu şeyler söylesene.”
"Niye yalnızsın? Sağlam bir evliliğin idmanını yapmadın diye değil mi?”
"Aklındaki şeyi anladım. Ama… Aşk olmadan eş olmaz.”
"Yaz bunu bir yere. Bi kamyoncuya verirsin.”
"Al!”
Yol
"Fitile eğimini verip onu doğru açıyla yakacaksın, milim sapmadan, bütün
iş bu. Gerisi onun fıtratında.”
"Yani babam, ön tekerlek nereye giderse arka tekerlek de oraya diyorsun.”





Kan  Arife Kalender     8586
Temel Yel*  Octavio Paz    8586