Çalıntı Yaşamlar, Hırsızlama Bağ(lanma)lar: Arakçılar (Manbiki Kazoku)
"Geleceğin estetiği etiktir.”
(Jean-Luc Godard. Küçük Asker,
1963)
"Çoklarından düşüyor da bunca / Görmüyor gelip geçenler / Eğilip alıyorum / Solgun bir gül oluyor dokununca” diyordu Behçet Necatigil. Yalnızca kentin kalabalığında gelip geçenlerin değil, kimsenin görmediği, daha doğrusu görmek istemediği, yüz çevirdiği, bakışlarını kaçırdığı,
yok saydığı insanların her biri solgun bir gül, hem de dünyanın bütün kara parçalarında,
Japonya dahil...
2018 yılında, Cannes Film Festivalinde "Altın Palmiye” ödülüne değer görülen
Arakçılar adlı film de Japon yönetmen Hirokazu Kore-eda’nın solgun gülü...
Orijinal adı "Manbiki Kazoku” (Hırsız Aile), İngilizcesi "Shoplifters” olan film,
dilimize "Arakçılar” olarak çevrildi ki, filmin yabancı dildeki anlamını bu kadar
güzel aktaran başka bir sözcük herhalde bulunamazdı. Hırsızlığın, çalma eyleminin
argodaki karşılığıdır araklamak ama buradaki hırsızlık, hemen kaçabilecek
kadar hızlıca, çabucak çalınan, yürütülen, aşırılan ufak tefek şeylerle ilgili.
Arakçılar, künyesinde aile dramı yazan bir film. Aslında bu dram, yönetmenin
önceki filmlerinin hemen hepsinin de ana izleği, özü... Hirokazu Kore-eda
dramıyla trajedisiyle, iyiliğiyle kötülüğüyle, öksüzlükten yetimliğe, yetişkinlikten
çocukluğa, ergenlik sancılarından kıskançlığa, ebeveynlerin çocuklarıyla ilişkisine,
kardeşler arasındaki bağa, anılara, çatışmalara, cinselliğe, kişiliğe varıncaya
kadar insan ve insana ait olan her şeye "aile”yi odağa alarak bakmayı çok seven
bir yönetmen. Ancak onun sevdiği, ilgi duyduğu şey, değişmez, mutlak, kutsal ya
da ölü bir kavram olarak aile değil, tam tersine yaşayan, sürekli bir değişim, devinim
halinde, canlı bir organizma olan ailedir ki, asıl ilgisini çekenin de bu devinim olduğunu şu sözlerle anlatır: "Normal aile diye bir şey yoktur. Toplumun
baskısıyla, çoğunluk, mükemmel aile olmaya çalışır. Mükemmel aile idealiyle
gerçek aile arasında uçurum vardır. Aile durağan, hareketsiz bir olgu değildir.
Canlı bir organizma gibi sürekli devinir. Benim ilgimi çeken bu devinim oldu.”
Aile nedir? Daha doğrusu, bir aileyi aile yapan şey nedir? Benim Babam,
Benim Oğlum (Like Father, Like Son, 2013) adlı filminde bu soruya aile bireyleri
arasındaki kan bağı çerçevesinde yanıt arayan yönetmen, filmi tamamladığında
aklına takılan bir başka sorunun peşine düşer: Soy ya da kan bağı dışında bir
bağla bir araya gelen insanlara da aile diyebilir miyiz? Başka bir deyişle, kan bağının
ötesinde, aileyi aile yapan şey ne olabilir? Dahası, bu insanları bir arada
tutan bağ toplumun "suç” olarak kabul ettiği bir şey olursa ne olur? Marketlerden,
mağazalardan ufak tefek hırsızlıklar yaparak gündelik yaşamlarını sürdürmeye,
geçinmeye çalışan, dışarıdan bakıldığında aileye benzeyen beş kişilik bir topluluğa
da aile denebilir mi?
Arakçılar bu sorularla birlikte, bir düşünceden yola çıkar. Ancak bir başka
sanatçının, Picasso’nun dile getirdiği gibi, üzümden şarap yapılır; bunun tersi
olanaklı değildir. Sanatın dilinde, soyutlamaya (düşünceye) ulaşmak için somut
bir gerçeklikten yola çıkmak gerekir. Kore-eda’nın aradığı üzüm, içinde yaşadığı
toplumdan, insandan başka bir yerde değildir. Uzun zaman medyayı, gazete haberlerini,
dergileri tarar, bir şekilde suça bulaşmış ailelerle ilgili bilgi edinmeye
çalışır. İlk gözüne çarpan şeylerden biri, emekli aylığıyla ilgili sahtekârlıktır.
Emekli aylığı alan kişinin ölümü devletten saklanır ve maaş bankamatikten çekilmeye
devam edilir. Öte yandan Japonya’da son yıllarda hemen göze çarpan bir
başka suç da marketlerden yapılan hırsızlıklardır. Dahası bu hırsızlığı yapanların
pek çoğu da yaşlı nüfustur çünkü aldıkları emekli maaşıyla geçinmeleri zordur.
Ayrıca yakalanıp hapse girmekten de korkmazlar çünkü yarı aç yarı tok ama
hemen her zaman yalnız yaşamaktansa konuşup, dertleşebilecekleri başka insanlarla
bir arada olabilecekleri, bedava yemekten ve sağlık hizmetinden yararlanabilecekleri
hapishanelerde olmayı tercih ederler.
Senaryosu için araştırma yapmaya devam eden yönetmen bir yetimhaneyi
gezerken aradığı somut gerçeği, en değerli üzümü bulur. Yetimhanede küçük bir
kız çocuğu ile karşılaşır ve çocuk sırt çantasından çıkardığı resimli hikâye kitabını
içten bir hevesle, yüksek sesle okumaya başlar. Görevliler müdahale edip susturmaya
çalışsalar da çocuk hız kesmeden okumaya devam eder ve okuması bittiğinde
herkesten kocaman bir alkış almanın mutluluğunu yaşar. Bu mutluluk belki
de küçük kızın içindeki aile özleminin bir dışavurumudur. Belki çocuklarını hikâye
okuyarak, masal anlatarak uykuya yatıran anne babalara, ailelere özenmiştir,
belki de kendini yetişkin yerine koyarak okumuştur o hikâyeyi... Hirokazu Koreeda’nın
istediği şey ise bu kız çocuğunun sesini tüm bir dünyaya, herkese duyurmaktır
ve Arakçılar filmi de bu isteğin sonucunda gerçekleşmiştir.
Yetimhanedeki küçük kız, filmde beş yaşındaki Yuri karakteriyle karşımıza
çıkar. Yuri’yi ilk gördüğümüz yer zemine yakın, alçak bir balkondur. Balkon korkuluğunun
arasından yüzünü belli belirsiz gördüğümüz Yuri, dışarıda kar havası
olan soğuk bir gecede balkona çıkmış değil, istenmeyen, gereksiz bir eşya gibi
balkona bırakılmış ya da atılmış haldedir. Ürkek bir hüzünle sokağa bakar. O gece
o sokaktan geçen iki kişi, küçük kızın haline acıyarak onu alıp kendi evlerine
götürür, karnını doyurur ve geceyi sıcak bir çatının altında, yatakta değilse de
yere serilen bir döşekte geçirmesini sağlar. Yuri’yle birlikte izleyici de etrafı yüksek
apartmanlarla çevrili, bu derme çatma eve konuk olur ve çıfıt çarşısına benzeyen
tek göz odada yaşayanlarla tanışır: Yaşlı bir kadın (büyükanne Hatsue),
9-10 yaşlarında bir oğlan (Shota Shibata), 20’li yaşlarda genç bir kız (Aki Shibata),
orta yaşlı bir erkek (Osamu Shibata) ve karısı (Nobuyo Shibata)...
Bir çocuğun göz hizasından konuk olduğumuz ortam olanca karmaşasına,
dağınıklığına, pasaklılığına rağmen, içimizde bir yakınlık uyandırıyorsa, bu yakınlıkta
yeni tanıştığımız karakterlerin insancıllıklarının, sıcaklıklarının payı olduğunu
düşünürüz ve hiç şüphe duymadan bu aileye sempatiyle yaklaşırız.
Sonradan sonraya anladığımız şey ise bu insanların aslında bir aile olmadıkları
ya da zihnimizdeki basmakalıp aile tanımına uymadıklarıdır. Babaanne üvey oğlu
tarafından kovulmuş, kapı önüne koyulmuştur ve ömrünün son deminde bir başına,
yalnız ölmekten korkar. Büyükannenin üvey oğlunun kızı, torunu Aki, var-
lıklı ailesinden, ana babasından görmediği şefkat nedeniyle ailesini terk eder ve
babaannesinin yanına sığınır, onunla birlikte yaşamayı tercih eder. Sığındığı şey
babaannesinin sevgisidir; karşılık beklemeyen, çıkar gözetmeyen bir sevginin
varlığı için yokluğa, yoksulluğa razıdır. İncecik el bileklerindeki, kollarındaki
yanık izleriyle, dövülmenin, dayağın ötesinde işkenceye maruz kaldığı anlaşılan
Yuri’nin yalnızca küçücük, zayıf bedeni değil, ruhu, bakışları da yara bere içindedir.
Bir arabanın içinde, gereksiz bir eşya gibi unutulan ve sonrasında hiç aranıp
sorulmayan çocuk ise Shota’dır. Osamu Shibata, o çocuğun, Shota’nın
kendisine "baba” diye seslenmesinin özlemiyle yaşayan bir adam, Nobuyo Shibata
ise kendisini doğurmamış olmayı dileyen bir annenin çocuğu olarak büyümüş
bir kadındır.
Kısacası bu insanların her biri kendi aileleri tarafından dışlanan, terk edilen,
yalnız bırakılan ve kendilerini birer toplumsal atık ya da kalıntı, kayıp olarak
bulan insanlardır. Aslında her insan bir kalıntıdır; karşılaştığı kişilerin kalıntısıdır,
tortusudur. Hayatımız boyunca karşılaştığımız kişilerin her biri, az ya da çok,
iyi ya da kötü, kalıcı bir iz bırakır üzerimizde... Kişilik dediğimiz şey de bu izlerle
kendimizi nasıl inşa ettiğimiz, karşılaşmalardan edindiğimiz yaşantılarla, deneyimlerle
nasıl bir kumaş dokuduğumuzdur. Bu açıdan baktığımızda, içine doğduğumuz
aile, anne-baba, elbette ilk karşılaşmalar olduğu için çok etkilidir,
önemlidir. Ama ailesi tarafından istenmeyenlerin, yok sayılanların, içine düştükleri
hayattan, aileden kendilerini araklamak zorunda kalanların çalıntı yaşamları
bambaşka, gizli, hırsızlama bağlarla, bağlanmalarla inşa edilmek zorundadır.
Bunun için de geleneksel ahlakın ve bu ahlaktan kaynaklanan normların, değer
yargılarının dışına çıkmak, etiğin alanına adım atmak gerekir.
Ahlak ve etik sözcüklerini, günlük yaşamda ve dilde çoğu zaman eşanlamlıymış
gibi kullanırız. Oysa, ahlak kişilerarası ilişkilerde insan davranışlarını yönlendiren
normlardır, pratik eylemleri kapsar. İoanna Kuçuradi’ye göre, ahlaktan
söz edilirken (meslek ahlakı, laik ahlak, yüce ahlak, siyasi ahlak vb.) dile getirilmek
istenen, hep, insanlararası ilişkilerde kişilerin uyması beklenen - talep
edilen - davranışlardır. Yapılması ya da yapılmaması gereken (izin verilen-verilmeyen,
yasaklanan-teşvik edilen) davranışlardır. Böylece ahlak, davranışlara ilişkin
değer yargıları sistemleri olarak karşımıza çıkar. Ancak söz konusu bu değer
yargılarının ölçüt olarak kullanıldığı değerlendirmeler, doğru bir değerlendirme
değil, değer biçme ya da "ezbere değerlendirme”dir. Değer biçmenin, ezbere değerlendirmenin
ötesinde, doğru değerlendirme ancak "etik bilgi” temelinde gerçekleşebilir.
Etik ise ahlak üzerine düşünme eylemidir. Ahlak eylemin
(davranışın) pratiği ise etik eylemin teorisidir. Etik sanılanın aksine norm koymaz,
ahlak normlarını irdeler, sorgular. Etik, değer yargılarının değil, kişi değerleri
(cömertlik, alçakgönüllülük, dürüstlük, hoşgörü, adil olma vb.) ve kişilerarası
ilişkilere bağlı değerlerin (sevgi, saygı, minnet, vefa, güven vb.) irdelendiği alan-
dır. "Kişi değerlerinin ve kişilerarası ilişkilerdeki değerlerin değerlendirilmesi,
onları anlatmak veya göstermekle olur. İkincisi sanatın işidir. Her halis sanat eseri
insan realitesinin kısmi bir yorumu olup, işaret ettiği, bize gösterdiği şey, kişi değerleri
veya kişilerarası ilişkilerdeki değerler ve problemlerdir” diyor İoanna Kuçuradi.
Bu açıdan baktığımızda, Arakçılar’ın sinema sanatı açısından yalnızca başarılı
bir film olmakla kalmayıp, halis bir film olmasının temel nedeni, film estetiğinin
ötesinde, bu filmin etik sorulara-sorunlara yaklaşımı ve izleyiciye
gösterdikleridir diyebiliriz. Jean-Luc Godard, Küçük Asker (Le Petit Soldat, 1963)
filminde, yıllar öncesinden "geleceğin estetiği etiktir” derken haklıdır ve Arakçılar
da bu öngörüyü doğrulayan bir film olarak görülüp, okunabilir.
Bir yanda Japon kültürü, bu kültüre özgü toplumsal ahlak ve değer yargıları
vardır, öte yanda ise insanın kendisiyle ve insanın insanla ilişkilerindeki tüm eylemlerinin,
davranışlarının, etkinliklerinin temelini betimleyen, bu temel üzerinde
düşünce üreten etik. Yönetmen, önceki filmlerinde, meşru olsun olmasın "aile”
olgusuna olabildiğince ailenin dışına çıkmadan, içeriden bir bakışla yaklaşmasına
rağmen Arakçılar’da odak değişir. Aile içinden aile dışına, neoliberal ekonomi ve
devlet anlayışının eleştirisine doğru değişen bir bakıştır bu. Toplumsal sınıf ve
gelir eşitsizliğinin, yoksulluğun neden olduğu çatışmalar ve bu çatışmalarda yiten,
harcanan değerler söz konusudur elbette ancak film bittiğinde her şeyin sorumluluğunu
devlete ya da sisteme yükleyerek işin içinden kolayca çıkmak da olanaklı
değildir.
Hirokazu Kore-eda kişilerarası ilişkilerdeki değerleri, insanları bir arada
tutan ya da ayıran, koparan bağları bir kuyumcu titizliğiyle, incelikle ve sabırla
incelemeyi, anlatmayı tercih eder. Shibata ailesinin, aslında her biri kimsesiz,
yalnız olan aile üyelerinin çalıntı yaşamlarının kendilerine özgü bir ahlak anlayışı
vardır. Bu anlayış uyarınca bakkaldan, marketten hırsızlık yapmak suç değildir
çünkü o market raflarında satışa sunulan ürünler henüz hiç kimseye ait değildir,
dolayısıyla kimseye ait olmayan bir şeyi, o şeye gereksinimi olanın alması da suç
değildir. Dahası çalınan değil, "bulunan” şey yalnızca eşya da olmayabilir. Büyükannenin
ölümünün ardından, hem cenaze törenine harcayacak paraları olmadığı,
hem de büyükannenin emekli maaşını almaya devam edebilmek için yaşlı
kadının cesedini elbirliğiyle evin bir köşesine açtıkları çukura gömerler. Suçu tek
başına üstlenen ise Nobuyo olur. Polis, cesedi ortadan kaldırmanın, saklamanın
ağır bir suç olduğu söylediğinde ise kadın kendisini şu sözlerle savunur "Onu bir
kenara atmadım. Onu buldum. Birisi onu atmıştı ve ben buldum. Onu bir başkası
bir kenara atmıştı.” Nasıl küçük kızı Yuri’yi de kaçırmamış, soğukta, aç açıkta
bir başına balkonda bulmuşlarsa, nasıl Shota’yı bir arabanın içinde unutulmuş
bulmuşlarsa, babaanneyi de yaşarken ve öldüğünde öyle bulmuşlardır. Onları bir
kenara atan, unutan, arayıp sorma gereği duymayan, yalnız bırakan insanlar ise
en yakınları, yani öz anne babaları, çocukları, aileleridir.
Nobuyo’yu asıl yıkan, yaralayan şey ise kendisini sorgulayan kadın polis tarafından
çocuk doğuramadığı için "anne” olmamakla suçlanmasıdır. Yuri’nin
kendi evine, ailesinin, annesinin yanına dönmeyi istediğini öğrendiğinde büyük
bir hayal kırıklığı, çok derin bir acı yaşar. Oysa Yuri’nin neyi-kimi tercih ettiğinin
doğru yanıtı, gözetim altındayken çizdiği resimdedir. O canlı, parlak, sıcak renklerle
çizilen çocuk resminde, hep birlikte deniz kıyısına gittikleri günün mutluluğu,
neşesi, yaşama sevinci vardır.
Nobuyo, doğurmuş olmanın anne olmaya yetmeyeceğini söyleyerek kendisini
savunmaya, avutmaya çalışır. Ama içindeki acı öylesine büyüktür ki derdini anlatmaya
sözcükler yetmez. Yönetmen, Nobuyo’nun yüzüyle, bakışlarındaki çaresizlikle
ve sessiz gözyaşlarıyla izleyiciyi başbaşa bırakır.
Babanın, Osamu Shibata’nın yüzünde de aynı çaresizlik, aynı üzüntü vardır.
Osamu’nun kendi çocukluğundan bildiği, öğrendiği tek şey hırsızlık olduğu için
Shota’ya çalmayı öğretir. Polis sorgusunda "Neden çocuğa hırsızlık yaptırıyorsun?
Suçluluk duymuyor musun?” diye sorulduğunda "Çünkü öğretebileceğim başka
bir şey yoktu” yanıtını verir.
Oysa Shota’ya öğrettiği başka bir şey daha vardır ki, o da evde okuyamayan
çocukların okula gittiğidir. Başka bir deyişle Shota, yalnızca evde okuma yazma
olanağından mahrum kalan çocukların okula gitmek zorunda kaldığını sanır ve
okula gitmek zorunda olmadığı için kendisini şanslı sayar.
Varlıklı ailesinden göremediği sevgiyi babaannesinin yanında arayan Aki,
adını değiştiren, kullandığı takma adla kendisine yabancılaşmak için elinden
gelen her şeyi yapan genç bir kızdır. Ailenin teyzesi olarak da görebileceğimiz
Aki, vücudunu vitrinde teşhir ederek para kazanır. Vitrinde, aynalı bir camın arkasındadır
ve kendisine kimin baktığını göremez ama dışarıdan bakan onu görebilir.
Büyükanne Hatsue, torunu Aki için her ay üvey oğlundan gizlice para alır
ve aldığı paranın az olduğundan yakınır. Babaannenin ölümü Aki için bir yıkımdır
ama bu yıkımın en önemli nedeni içindeki kuşkudur; babaannesinin para için mi
yoksa gerçekten sevdiği için mi kendisine yakınlık gösterdiğinden emin olamaz.
Aki, aileyi bir arada tutan bağın para olduğunu söyler ama Osamu’ya göre para
ya da çıkar ilişkisi değil, gönül bağıdır onları bir arada tutan. Ama işte o gönül
bağı, Shota’nın hırsızlık yaparken yakalanmasıyla, daha doğrusu çocuğun bile isteye
yakayı ele vermesiyle son bulur. Filmin başından itibaren sanki küçük bir
oğlan değil de ağırbaşlı bir delikanlı edasıyla izlediğimiz Shota, hırsızlığın kötü,
utanılacak bir şey olduğunu yaşayarak öğrenir. Yuri’yle birlikte bakkaldan şekerleme
araklarken yakalanır ama onu yakalayan bakkal sahibi çaldığı şeyi ona
ikram eder ve kardeşine, küçük kıza hırsızlık öğretmemesini tembih eder. Bu
ikram ve bu tembih Shota için ilk kırılma anıdır. Marketlerdeki eşyalar henüz hiç
kimseye ait olmadığı için çalınabilir düşüncesi yerle bir olmuştur. Dahası, hır-
sızlık yaptığı bakkal dükkânının kapısındaki "yastayız” tabelasını da yanlış anlayan
ve dükkânın iflas ettiği için kapandığını düşünen Shota büyük bir üzüntü,
pişmanlık duyar. Babasıyla birlikte hırsızlık yapmaya çıktıklarında arabadan eşya
çalmayı bu nedenle kabul etmez, gücü yettiğince, soluksuz kalıncaya kadar koşar,
kaçar. Nefes alamamasının nedeni inandığı değerlere, ilkelere ilişkin yaşadığı
hayal kırıklığıdır. Nihayetinde, yine Yuri’yle birlikte hırsızlık yapmaya çıktıkları
bir gün, Yuri’nin yakalanacağını anladığında, küçük kız zarar görmesin, o yakalanmasın
diye kendisini feda eder ve yakalanır. Shota’nın yakalanması ve bu kez
devreye polisin, devletin girmesiyle filmin akışı değişir, farklı bir boyut kazanır.
Dışlanan, yok sayılan, duyulmak görülmek istenmeyenlerin çırılçıplak görünür
hale gelmesinin nedeni "suç”tur, suçüstü yakalanmalarıdır.
Aslında suçüstü yakalanan yalnızca Shota değildir, izleyici de biraz suçüstü
yakalanmış gibiyse, bunun nedeni bellediğimiz ya da bize belletilen, ezberlediğimiz
değer yargıları ile insanın değeri arasındaki çelişkinin farkına varmamızdır.
İyinin ve kötünün, iyiliğin ve kötülüğün mutlak, "değişmez değer”ler olmadığını,
yalnızca "işlevsel değer”ler olduğunu fark ettiğimizde yaşadığımız bocalama ve
şaşkınlıktır. İnsanın değeri ile kişi değerlerinin ve kişilerarası ilişkilerdeki değerlerin
ayrımını, Kant’ın önerdiği etik anlayışına bağlı olarak yalnızca niyete,
istemeye göre değil, eylemlerimize ve eylemlerimizin sonucuna göre belirleme,
anlama gereği duymamızdır. Kararlarımızı, davranışlarımızı, eylemlerimizi değerlendirirken
insana ilişkin hangi değeri ve bu değerle ilgili hangi yaşantıyı, bu
yaşantıdan kaynaklanan hangi inancı, güveni temele koyduğumuzdur.
Bu açıdan baktığımızda Arakçılar’ın aile nedir sorusuna verdiği yanıt, kan
bağıyla değil, içten bir gönül bağıyla bir araya gelmiş insanlardır. Ancak kalpten
bağlılık, içtenlik niyettir ve bunların eylemde doğrulanması gerekir. Doğrulamanın
koşulu ise kişilerarası ilişkilerde "beklenti”lerin askıya alınması, böylece
bencillikten, yarar-çıkar düşüncesinden uzak durabilmektir. Yuri’yle birlikte altı
kişiden oluşan Shibata ailesinin hep birlikte deniz kenarına gittikleri sahnede
ideal gerçekleşir ve bu sahnede "insanın kendi ailesini seçmesi iyidir” sözüne
karşılık büyükannenin verdiği yanıt "beklentilerin olmazsa daha iyidir” olur. Beklentinin
olmadığı yerde hayal kırıklığı, suçlama, nankörlük, yalan dolan, ikiyüzlülük
de olmaz.
Shota yakalandıktan sonra hastane odasında sorgulanırken ailesinin kendisini
terk ettiğini, hep birlikte kaçmaya hazırlanırken tutuklandıklarını öğrenir.
Daha sonra babasına kendisini yalnız bırakarak kaçmaya çalışıp çalışmadıklarını,
terk edilip edilmeyeceğini sorduğunda babası "Evet, kaçmaya çalışıyorduk” der,
ona yalan söylemez, çocuğu yalanla avutmaya çalışmaz. Aileyi bir arada tutan
bağ, gücünü, sağlamlığını dürüstlükten, karşılıksız, çıkar gözetmeyen sevgiden
alan yardımlaşmadır, dayanışmadır. Yuri ile Nobuyo birlikte yıkanırlarken birbirlerine
kollarındaki yanık izlerini, yaralarını gösterir. Birbirlerinin yaralarına
özenle dokunur ve sarılırlar.
Nobuyo’nun yarası anne sevgisini tatmamış olması, bilmemesidir. Belki de
anne sevgisinin yoksunluğundan duyduğu acıyı dindirmek için sarılır, sıkı sıkı
kucaklar Yuri’yi ve polis zoruyla ayrılana kadar hiç bırakmaz küçük kızı. Dayanışma,
merhamet ve duygudaşlıkla perçinlenir. Osamu bir ayağı alçıda olmasına
rağmen Shota’yla kovalamaca oynar, birlikte çaldıkları pahalı balık oltasını hemen
satmak yerine, yine Shota’yla birlikte balık tutacakları bir günü yaşamanın özlemiyle
saklar. Baba oğul birlikte hırsızlık yaparken de bir takım oyunu oynar gibidir,
biri erketeye yatarken öbürü çalar.
Ailenin yaşamı, kuralı yarar-çıkar düşüncesi olmayan bir oyun gibidir ve bu
oyunda gönüllülük esastır. Aslında filmin son yarım saatine kadar izleyici de kendi
aralarında oyun oynayan bu ailenin yaşamına tanıklık eder. Yönetmen klasik anlatı
sinemasının gerektirdiği serim, çatışma, düğüm, doruk ve çözüm noktasından
oluşan anlatı çizgisini bir kenara bırakır ve izleyiciyi de bu oyuna katılması için
usulca hazırlar. Kore-eda’nın anlatısı olay örgüsünü odağa alan, her sahnenin bir
sonraki sahneyi hazırladığı neden sonuç ilişkilerine, karakterler arasındaki çatışmalara
ve ikilemlerle oluşacak yapay gerilime gereksinim duymadığı için gerçekçidir,
sakindir, dingindir. (Bir başka yönetmenin, Tarkovski’nin şu sözleri de
bu filmin neden gerçekçi olduğunu açıklayabilir: "Sanat, ancak ahlaki bir ideali
ifade etmek adına çaba gösterirse gerçekçidir. Gerçekçilik, gerçeğe ulaşma çabasıdır
ve gerçek her zaman güzeldir.) Ama izleyici için benzer bir sakinlik söz
konusu değildir. Tam tersine, izleyicinin iç dünyası, zihni, düşünceleri, duyguları
allak bullak olmuş bir haldeyken film olağanüstü bir sahneyle noktalanır. "Arakçılar”
ın Yuri ile ilk karşılaştığı, Yuri’yi ilk kez gördüğümüz yere döneriz. Küçük
kız yine balkona atılmıştır, yalnızdır. Balkon korkuluğunun arasından sokağa
bakar. Gelip geçen birisinin kendisini yine, bir kez daha görmesini, bulmasını,
dokunmasını bekleyen solgun bir gül gibidir bakışları...
Onu görüp görmemek ya da gördüğümüz, işittiğimiz halde duymazdan, görmezden
gelip gelmemek şimdi bizim, yani her bir izleyicinin vermesi gereken bir
karardır; insanlaşma, insan olma ve kalabilme yolunda, etik anlayışımızla ilgili
zorlu bir karar... Verdiğiniz bu kararla birlikte, daha iyi, daha güzel bir insan olduğunuzu
düşünüp duyumsadıysanız, sinemanın neden sanat olduğuna ve bu filmin
başarılı bir yapıt olmanın ötesinde neden tekrar izlenmesi gereken çok
"değerli” bir film, bir başyapıt olduğuna ilişkin de doğru bir karar vermişsiniz