Cevat Çapan ve “Memleketim”
Cevat Çapan’ın (CÇ), yanında geçen olağanüstü insanca otuz yıl boyunca nerdeyse her hafta onunla rakı içme şansına kavuştum. Beni kıskandığınızı biliyorum, lütfen kıskanmayın, orada ben dahil hepimizi, bütün "hayatta kaybedenleri” temsilen bulundum.
Bu öğrenim süreci, kısa bir sayma çabasıyla en az yedi üniversiteye bedeldi. Dostluk, Bağışlama, İyimserlik, Alçakgönüllülük, Çalışkanlık, Paylaşmak ve Rakı İçmenin Bağımsız Üniversiteleri.
Otuz yılda öğrendiğimi birkaç sayfada anlatmam imkânsız, önce hiç bu işe girmeyeyim diye düşünsem de CÇ’nin bir gün söylediği bir şey aklıma geldi. Kimselere uğramayıp kendi sessiz hayatıma sığındığım zamanlardı. "İnsanlardan kendimizi esirgemeye hakkımız yok Hakan,” demişti. Sabahattin Eyuboğlu gibi insanları örnek verdi, ne kadar cömert olduklarını anlattı. Paylaşmanın zorunluluk olduğunu anladım. Bu nedenle, şimdi, gördüklerimi kendime saklamaya hakkım olmadığını düşünerek, zaten bildiğiniz şeyleri tekrarlamadan, CÇ denilince ilk aklıma gelen görüntüyle giriyorum senaryoya.
Çok genç sayın Çapan, Londra’da yürürken T. S. Eliot’u görüyor sokakta. Adını seslenip durduracak cesareti olmamalı ki takip etmeye başlıyor büyük şairi. Gülerek anlattığı bu hikâyenin sonunu tam anımsayamadım ama bu rastlantı hep bana çok güzel geldi. Çorak ülkelere bakmak bazen Eliot’un bile hayal edip kurgulayabileceğinden daha geniş daha uzaklara saçılan bir görünümle sonuçlanıyor galiba. Doğrusu ben de çok sevdiğim Londra’da yaşamak ve sokakta Eliot’u görmek isterdim. "Sir Eliot, Let us go then you and i” diye seslenirdim herhalde. Mesleğim gereği yaşadığım bu ikilem hep aklımı kurcaladı, burada mı yoksa Avrupa’da mı yaşamalıyım diye düşündüm. Ta ki "yaban eller”le ilgili CÇ şiirini okuyana kadar.
Geçen ay bir dostumuzun (Arif Keskiner) doğum gününde Zekeriyaköy’de bir bahçede oturduk, az ötemizde türkü söyleyen gözleri yaşlı ihtiyarları izlediğimiz güzel bir ikindiydi. CÇ eğilip kulağıma dedi ki "dünyanın neresinde bu kadar güzel bir şey bulabilirsin.” Biliyordum oysa, ben o üniversiteden mezun olmuştum. İçimden mezuniyet tezimi verdiğim yani CÇ’nin o dizelerini okuduğum o ânı geçirdim. "Ne işin var narın ağladığını ayvanın güldüğünü bile bilmeyen o yaban ellerde.” Sanırım sayın Çapan, bana bütün büyük şairlerin "memleket” denince, kimi zaman kurak, yoksul da olsa, cehenneme de dönüşse, bir cennetten söz ettiklerini öğretti.
Doğrusunu isterseniz CÇ’yi tanımadan önce eğitimi şöhreti nedeniyle, benim gibi bir Anadolu çocuğunu tanırsa ya önemsemez ya da vakit ayırmaz sanmıştım. Cambridge’de, Watson-Crick, Ted Hughes, Sylvia Plath ve başka Nobel ödüllü insanların bulunduğu yirmi kişilik bir sınıfta okuyan bu Türk arkadaşın herkese rakı içmeyi öğrettiğini ve "yeşil başlı ördek olsam” türküsüne alıştırdığını bilmiyordum. Böyle bakınca bilgelik bize ne kadar yakın. Adam Yayınları’nda genç bir şairken karşılaştığım ve olağanüstü kibirli olmasını beklediğim bu insan sanki bizden, bizim mahalleden bir ağbiydi. Anlayan, hoşgören, hatta bağrına basan. Adam Yayınları’ndan çıkmıştık bir gün, motorla Üsküdar’a geçtik, karaya ayak basınca yayınevinden ayrılmış biriyle karşılaştık. Sevinç içinde geldi Cevat amcasına sarıldı. Kocasıyla Üsküdar’da börekçi açmışlar. O börekçi kadının edebiyatla veya CÇ’nin kim olduğuyla çok ilgilendiğini sanmıyorum. O eski bir dostunu görmüş gibiydi. Konuşurken onları izledim. Ve sonra hayretle, uzun süre, CÇ’nin bu karşılaşmadan hissettiği samimi mutluluğu izledim yüzünde. Bu şair Şekspir uzmanı olsa da, bonkörlüğüyle, içtenliğiyle Yunus’a, Veysel’e daha çok benziyordu. Acaba Şekspir ve Yunus karşılaşsalar ne olur. Bilmem ama ben söylediği başka bir şeyi anımsayıp yazıyorum sizin için: "Troçki ve Stalin bir gün oturup bir rakı içseler, dünya böyle olmazdı.”
Rengârenk anılar. Kısaca, dünyanın en güzel ülkesinin en güzel yüzyılında geçen, dostluklarla dolu bir hayattan parçalar diyebiliriz. Özdemir Asaf Bebek’te gazino işletirken pelerinle dolaşır ve R’leri söyleyemeden, "Cevatcım, ben pığıl pığıl biğ gemiydim eskiden,” dermiş… İlk mavi yolculuklar, bir gece güvertede Sabahattin Eyuboğlu genç Can Yücel’e hafif itiraz ederek, "Nasıl yapacaksınız bu devrimi silahınız mı var, neyinizle” diyor, Can Yücel’in yanıtını tahmin edebilirsiniz. 12 Mart’ta hapse girince üst ranzada Ağaca Tüneyen Baron adlı kitabı okuduğunu; eve gelen polisler suç unsuru bulamayıp "bu ne biçim ev” diye azarlayınca, "aman komiserim, görmediniz mi salonda şömine bile var,” deyişini... Bütün bunların içindeki sakinliği, iyimserliği, mutluluğu CÇ’den öğrendim. Bu iyimserlik, şiirlerinden bize yayılan mutluluk da beni hep düşündürmüştür. Üzgünlükle dolu bir kitap yazmıştım, kapağı bile simsiyah. Aynı günlerde Turgay Fişekçi’nin de kederli şiirleri çıkmıştı. CÇ, "Çocuklar niye böyle üzücü şiirler yazıyorsunuz,” demişti. Bunu söyleyen CÇ olmasa aklımda hazır yanıtlar vardı. Örneğin Şavkar Altınel, yazdığı şeydeki karanlığın buzdan bir kılıç gibi yüreklere inmesi gerektiğinden söz eder bir şiirinde. Oysa CÇ... Nâzım’ın baktığı yerden bakıyordu galiba, şiirde umutsuzluğa yer yoktur der ya Nâzım. CÇ’den öğrendiğim şeylerden biri de yaşamda ve şiirde "karamsarlığın” yanılsama içeren bir duygu olduğu galiba. Bu iyimserliğe yol açan da edebiyatın bir büyük aile yaratmasıyla ilgili gerçeklik bence. John Berger’la da aynı şeyi konuşurlarmış. Burada beni düşündüren bir şey de var. Berger’ın İngiltere’ye dayanamayıp
Fransa’da bir köye yerleşmesi. Bu, memleketin "insanları en iyi hissedebildiğin yer” olması anlamına da gelir mi acaba.
Bir gün, "bütün büyük romanlar şiirdir,” demişti .
Bir gün, aslında en değerli çabanın "hiç kimseyi kırmamak” olabileceğini söylemişti.
Bir gün "edebiyatın içindeki en değerli nokta, ahlak taşımasıdır” demişti.
Başka bir gün, öğrencilerini azarlayan bir öğretmen hakkında, "üstünlük taslamak ne ayıp bir şey, kimsenin böyle bir şeye hakkı yok,” dediğini anımsıyorum.
Her biri üzerine uzun uzun düşünüp yorumlamak isterdim ama her şeyi mümkün olduğu kadar kısa bir biçimde, yalın sözcüklerle anlatmak da biraz CÇ’den öğrendiğim bir şey. Bütün kitapları okumuş, sanatın kalbinin derinliklerine kadar inmiş, onları kendi diline çevirmiş biri olarak, söyleşilerde, yazılarında akıl oyunlarına kaçmadan basit sözlerle olayları tanımlar.
Biraz kapalı olarak anlatmak zorunda olduğum bir olay var. Bilmem başarabilecek miyim...
Bir editörden dinledim, CÇ’nin çok yakın arkadaşı hiç beklenilmeyen bir tercihte bulunmuş ve o güne dek savunduğu değerlerin dışına çıkan bir sözleşmeye imza atmış. Ertesi gün bundan etkilenen biri, CÇ’ye hafifçe arkadaşını biraz kötülemek için konuyu açmak istemiş. CÇ’nin şöyle dediğini söylerler: "Hanımefendi, Forster bir mektubunda der ki, ben arkadaşım için vatanıma bile ihanet ederim…” Ben bu anekdotu öğrendiğimden beri "prensipleri olan” insanlardan uzak durdum. Siyasi seçimleri, yanlışları ve eğilimleri ne olursa olsun arkadaşlarımı, kendi değerlerimle yargılamamayı öğrendim.
Forster’dan söz açılmışken, CÇ’nin yine E.M. Forster hakkında anlattığı bir olayla devam edeyim. D. H. Lawrence ile mektuplaşıyor Forster, mektubunda uzun uzun edebiyatta yaptıklarından ve iş yaşamına ait başarılarından, fikirlerinden söz ediyor. Lawrence mektuba yazdığı yanıtta edebiyat ve hayatla ilgili bir çok güzel şey yazıyor, bitirirken de şöyle diyor yazar arkadaşına. "İş meselesine gelince aziz dostum Forster, bu konuda tek bir yorumum var: Business is not good...” Bunu öğrenmem, biraz ne yaptığımı görmemi sağladı, ne yapamadığımı da. İş yaşamında hep iflas eden halimi ve sarsak ikinci el bir şair gibi yaşamamın güzelliğini de biraz CÇ’ye borçluyum.
Son olarak CÇ’nin yaşadığı ikinci rastlantıya gelelim. Paris 1962, CÇ sokakta giderken bir şair yürüyor karşı kaldırımda. Çok şükür bu sefer yanında eşi Gönül Hanım var, o sesleniyor şaire. Dönüp bakıyor şair, Türk müsünüz diyor hayretle, mutlulukla. İmza gününe çağırıyor. "Çocuklar” diyor şair, "vatan hasreti boğazıma kadar.” İmzanın fotoğrafını yazımın sonuna koydum, sizin de görmenizi istedim. Sizi bilmem ama bu iki şairimizin buluştuğu bu sayfaya bakınca içimden şöyle mırıldanmak geliyor. Memleketim, memleketim, memleketim… Ama mutlaka, şairin yazdığı gibi, üç kez.
Bu otuz yılın sonunda kazandığım bir yetenek var. Bu dizeyle, veya Memet Baydur’dan bir anıyla, dünyanın en iyimser şairini hüzünlendirebilirim, tanıdım onu. Ya da bir Kütahya türküsüyle : Ben kendimi gülün dibinde buldum...