Develer Ülkesinden Gelen
"Arzu” Yunanca "epythimia”demek, onu "thymos” yani "tutku” ve "logos” yani akıl ile harmanlayıp "can gücünü” ancak öyle tanımlayabilmişler.
"Arzu” bizim ülkede kızlara verdiğimiz isimdir.
Odanın köşesindeki kamerayı taktıkları köşeli, çıkık kamera ucu hiç kıpırdamıyor. Ben filmlerdeki gibi dönmesini tercih ederdim; dönüp durmasını ve sonra benim üzerime odaklanmasını. Madem uçaktan iner inmez bana çok özel bir ilgi göstererek bu odaya aldılar, kameralar da azıcık yüzüme odaklansın o zaman. Ne zaman ağzımı açıp karşımda oturunlara nereden geldiğimle ilgili hakiki bir yanıt vermeye kalkışsam işler daha da sarpa sarıyor. Bir belgeselde izlemiştim, benim durumumda olan bir adam, o tabii kırk kez aynı şeye maruz kalmış, "Su içmek istiyorum ve ibadet hakkımı kullanacağım, su içmeden ve ibadet hakkımı kullanmadan sorularınıza cevap vermeyeceğim” diye karşısındaki kadın görevlinin laflarını ağzına tıkıp kadını zıvanadan çıkardığını anlatıyordu. Çılgına dönen kadın, ki bu kadın sarışınmış ve sonradan ibadet etmek isteyen adamla aynı dinin mensubu olduğu ortaya çıkmış, dayanamayıp görevimi yapmama engel oluyor diye amirini çağırmış. Amiri de kadın görevliye dönüp "E içsin su, ibadetini de yapsın.” deyince, kadın görevli sinirden ağlayarak odayı terk etmiş. Şimdi ben de aynısını yapabilir miyim? Kadın halimle karşımda oturan iki adamın laflarını ağızlarına tıkayabilir miyim? Yoksa hangi tarafta oturuyorsa otursun bunu yapmak sadece bir erkeğe mi mahsustur?
Çok meşhur hilal kaşları olan, çok meşhur bir şarkıcı kendisine zengin bir koca bulmasını salık veren annesine "Anne, ben zengin bir adamım.”demiş. Birisi de bu sözü kanaviçeye rengârenk iplerle işleyip bir sanat galerisinde sergilemiş. İşte sanat böyle yapılıyor; başka birisinin yaptığını büyük bir tutku ile alıp üzerine kuruyorsun kendini. Sonra da kendini, gerekirse çerçeveletip duvara asarak, hiç utanmadan gösteriyorsun herkese.
O zaman ben de yapabilirim miyim? Başkasının deneyimini alıp bu iki adamı çileden çıkararak şu sağ tarafta oturan, diğerinden daha cılız, daha sarışın, pörtlek mavi gözlü olanını ağlatmayı başarabilir miyim? Şişman olanı kollarını masaya dayayıp bana dik dik bakıyor.
"Son bir yıldır Develer Ülkesi’ne iki defa seyahat etmişsiniz? Neden acaba?
Nedir oraya olan bu yüksek merakınız?”
Ülkemizde develer yok, genellikle köpekler, kediler ve eşekler var. Benim de bebekken yünlü bir şapka ve hırka ile eşeğin üzerinde siyah beyaz bir fotoğrafım vardı, şimdi siz develerden bahsedince hatırladım. O fotoğrafta yüzüm olduğundan daha uzun görünüyor, yanaklarım da daha topluca. Nerede acaba şimdi o fotoğraf? Tam şu anda şak diye çıkarıp kanıt olarak kullanabilmek, bakın bu yaşıma geldim benim devenin üzerinde bir fotoğrafım bile yok diyebilmek hiç fena olmazdı. Develer olsaydı, özgürce her tarafta dolaşsalardı, hörgücün ortasında, deveye hendek atlatırken bir fotoğrafım olmaz mıydı hiç?
"Daha önce hiç ateşli bir silah kullandınız mı?”
Her yaz gidip iki ay kaldığımız dedemle ninemin köydeki evinde işlemeli yeşil sandıklı, tel dolaplı küçük odadaki duvarda çiviye ağzından asılmış bir tilki postu vardı. Aynı çiviye bir de tüfek asılmıştı. Tilki düz, tüfek yamuk dururdu. O tilki dedemin babası İbrahim Dede tarafından o tüfekle vurulmuştu.
"Daha önce hiç terörist bir örgüte sempati duydunuz mu, ya da üye olmayı düşündünüz mü?”
Gözlerim sürekli karşımda oturan genç adamın kirli sakallarına takılıyor, üzerinde jilet gibi ütülenmiş açık mavi bir gömlek var, kehribar kol düğmeleri takıyor. Gözleri koyu kahverengi iki bademi andırıyor. Kapıdan girdiğimde ayağa kalkıp beni karşıladı. Boyu benden bayağı uzun. Elini uzatıp elimi sıktı ve gözlerime ilk kez baktı. Bakışları insanın içini ısıtıyor, kibar, ince ama yine de erkeksi bir yüzü var. Bana gösterdikleri fotoğraftan çok daha yakışıklı. Hafif yanaklarım kızarıyor. Karşılıklı oturuyoruz. O dimdik oturuyor. Böylesine dimdik oturuşu geniş omuzlarını ve kaslı kollarını daha da ortaya çıkarıyor ama oturduğumuzdan beri ne yüzüme ne de gözüme baktı; başka yerlere bakarak konuşuyor. Bu halini neredeyse beni beğenmediğine yoracağım ama sorularını hiç durmadan ardı ardına sormaya devam ediyor, gülümsüyor, verdiğim cevaplara başını sallıyor.
"Demek orada doğdunuz?”
"Hiç burada yaşamadınız mı?”
"Meşguliyetiniz devlet memurluğu imiş sanırım? Belediyede, Şehir Planlamaydı değil mi?”
"Çalışma saatleriniz nasıl? Umarım kendinize vakit ayırabiliyorsunuzdur?”
"Burada hala dokuz-beş. Bizim şirkette de öyle. Sizin çalıştığınız şartlar şüphesiz çok daha insani ve medeni. Gerçi burada istediğin saatte gel diye izin versen adamlara onu da suistimal etmenin bir yolunu mutlaka bulurlar.
Peki ya izin günleriniz? Tatilleriniz?”
"Çok güzel. Gerçekten bir kadın için ideal. Peki boş zamanlarınızı nasıl değerlendirmekten hoşlanırsınız?”
"Tiyatro ve şiiri ben de severim. Üniversitedeyken girdik öyle ortamlara tabi, ama sonra iş güç, sorumluluklar… Biraz boşladık ister istemez. Araba kullanıyor musunuz?”
Tozlanma ve döllenme durumlarına göre tarla bitkileri üçe ayrılır: Kendine Döllenme; aynı çiçek üzerinde var olan erkek ve dişi üreme organlarının kendi kendini toplayıp dölleyebildiği, Yabancı Döllenme; bir bitki üzerindeki çiçeklerin yabancı çiçek tozları ile tozlanıp döllenme yapabildiği, Kendine/Yabancı Döllenme; bitkiler üzerindeki çiçeklerin hem yabancı çiçek tozları hem de kendi kendilerine tozlanıp döllenebildiği durumlardır.
"Burada mı yoksa orada mı ikamet etmeyi tercih edersiniz?”
"Yazları tabii… Yazları buraya gelmeyi tercih edersiniz sanırım? Çocukluğunuzda gelirmişsiniz ya her yaz…”
"Zaten aile şirketini yurtdışına taşıma planımız vardı… Eğitiminizi bitirmiştiniz değil mi?”
"Amcamın çok değerli, kadim dostum dediği babanız beyefendi ile bir kez tanıştım. Onlara yakın olmayı, hoşbeş etmeyi canı gönülden isterim. Sizin de benim aileme saygıda kusur etmeyeceğinizi umuyorum?”
"Büyük bir aileyiz. Çocuklarla aram çok iyidir. Kuzenler, ağabeylerim… Hepsinin çocukları var. Hafta sonları ev bir curcuna, adım attığın yer yeğen. Kız çocuklarını özellikle severim, eğitimleri konusunda da çok hassasımdır. Sizden geri kalmayacak bir eğitim alacaklarına kuşkunuz olmasın. Tabii yine de herkesin gönlünde bir kız, bir de erkek çocuk yatar, değil mi?”
"Evcimenimdir genelde. Aileden öyle gördük. Tabii bir tek ailenin etkisi değil bu, mizacım da öyledir. Mutlu bir aile saadeti peşindeyim. Evimi derli toplu, düzenli, akşam yorgun argın işten gelince sıcak aşı tüten bir yer olarak düşlerim. Anacağım sağolsun yıllardır bize; dört oğluna da, yolu yordamı, bir evin nasıl çekip çevrileceğini çok iyi gösterdi. Şüphesiz sizin çok kıymetli anneniz de öyledir?”
"Sizden ilk bahis ettiklerinde eğitiminiz, çalışıyor olmanız çok hoşuma gitti. Tabii benden daha çok para kazanmaması şartı ile dedim… Şaka olarak yani… Ama tabi insan düşünmüyor da değil, birkaç çocuk olunca durumlar nasıl olur diye?”
Eliyle garsona işaret edip iki çay daha söylüyor. Kehribar kol düğmeleri camdan içeriye sızan güneş ışığı ile bir an ışıl ışıl parlıyor ve kararıyor. O an gözlerinin renginin hakikatte yeşile kaçan ela olduğunu fark ediyorum.
Arzu nasıl bir oyundur ki bir rengi başka bir renk gösterir, o kendini belli edene kadar.
"Hep ben konuştum. Heyecanıma verin. Mutlaka sizin de bana sormak istedikleriniz vardır?”
Benim sorularım daha kısa. Size kalırsa, yani ilk izleniminize güvenerek soruyorum, sizce:
Ben bir buğday mı, ayçiçeği mi, yoksa pamuk muyum?
Ben bir şeftali mi, ahududu mu, yoksa haşhaş mıyım?
Ben bir dağ bromu mu, pelemir mi, yoksa aktaş yoncası mıyım?
"Sorumu tekrar ediyorum; daha önce hiç terörist bir örgüte sempati duydunuz mu ya da üye olmayı düşündünüz mü?”
Üniversitenin ilk senesinde İşçi Partisi’ne üye olmam için elinden geleni ardına koymayan bir arkadaşım vardı. İkimiz de dikkat çekecek kadar esmer bacaklarımızla otobüs durağına beraber yürüdük. Yol uzun, o bana anlatır da anlatırdı; haksızlıkları, adaletsizlikleri, fakirliği, aidiyetsizliği, göçmenliği ve çaresizliği… İkimizin evinde de konuşulan dil birbirinden farklı olduğundan, birbirimizi tek anlayabileceğimiz, buradaki herkesin konuştuğu ikinci anadilimizle konuşurduk. Ağzımızı açınca bir değil de iki dil uzanırdı dışarıya. Çift katlı otobüse binene kadar kolu kolumda, soluk almadan anlatırdı. Ona prensipte hak verdiğimi ama hiçbir şeyin üyesi olamayacağımı, anarşizme sempati duyduğumu söyler, çantamda oradan oraya taşıdığım, bir türlü bitiremediğim Bakunin diye bir adamın ikinci anadilime çevrilmiş kitabını çıkarıp gösterirdim. Yine de yakamı bırakmazdı, her gün anlatırdı da anlatırdı. Herhangi bir üyeliğe en yaklaştığım an budur memur bey.
"Sorumu tekrar ediyorum; daha önce hiç terörist bir örgüte sempati duydunuz mu ya da üye olmayı düşündünüz mü?”
Hayır, çünkü ben bir pamuk, bir haşhaş ve bir aktaş yoncasıyım.
Hayır, çünkü ben bir tek dedemle ninemin evinin ön bahçesinin ortasındaki kayısı ağacına ve dalları arka balkona uzanan kırmızı erik ağacına sempati duydum. Kuzenlerim yere düşen eriklere basıp suyunu ve canını çıkarırken, ben yapamazdım. Ninem gencecikken beynindeki küçücük bir pıhtıdan ölünce, bütün bahçeler de betona döndü. Dedem ağaçlardan düşen yapraklara savaş açıp, küfürler ederek onları sürekli süpürmeye çalışmaktan bitap düştü. Uzun boylu, dağ gibi bir adamdı, adı"Rahman Aga”. "Bre, bre, bre kimlar gelmış ha, kimlar gelmış!” Arabadan fırlayıp ona koştuğumuzda, bizi bahçe kapısında karşıladığında eğilir eğilirdi de anca öyle sarılırdı bize. Tütün kolonyası kokusu gelirdi burnumuza, elleri Ruş işçi elleri. Sonra küçüldü, azaldı, gözleri hep ağaçlara kayar oldu. Bir yaz baktık ki duvardaki tilki sırra kadem basmış. Ertesi yaz ön balkonda çay içerken babama "Al o tüfeği alacaksan, mundar olmasın buralarda.”dedi, başka da bir şey demedi. Bir ertesi yaz gördük ki hem kayısı hem de kırmızı erik kökünden kesilmiş, betondan çıkan iki kütüğe dönmüş. Dedemin "aklı” yapraklarla savaşa, "tutkusu” ninemin yaptığı erik ve kayısı kompostolarına dayanamadı. Ağaçlar da gidince, biz de köydeki eve gitmez olduk ama dedem bir türlü ölemiyor.
Hayır, çünkü artık bana zorla ibadet etme hakkımı kullanmak istediğimi söyleteceksiniz memur bey.
Hayır! Bir bardak su alabilir miyim?
"Hayır, bir terörist örgüte hiçbir zaman sempati duymadım, aksine hayırlı bir iş için gidip geliyorum Develer Ülkesi’ne.”