EDEBİYAT NE İŞE YARAR?
27 Ağustos 2024 günü Bilginer - Melin Ayvalık Sanat Kültür Eğitim Vakfı’nda (ASKEV) yapılan konuşmanın ses bandı çözümüdür.
Bu yılın etkinliklerine Onat Kutlar’la başladık, sonra Ahmet Hamdi Tanpınar, Sait Faik ve Can Yücel’le sürdürdük. Buraya geldiğinize göre siz de edebiyattan hoşlanıyorsunuz, edebiyatın yararlı bir şey olduğunu düşünüyorsunuz. Oysa genel kanı edebiyatın bir işe yaramadığıdır. Hiçbir anne baba çocuğuna edebiyat oku, edebiyatçı ol, diye bir öğüt vermiyor sanıyorum. Edebiyatın hisse senetleri o kadar da yüksek değil dünya borsalarında. Gelgelelim, gene de bir çok insan edebiyattan vazgeçemiyor, edebiyatsız yaşayamıyor.
Neden acaba? Çünkü edebiyat bizi kendimizle tanıştırıyor. Bizim kendimizi tanımamızın en verimli yollarından biri edebiyata ilgi duymamız, edebiyat kitapları okumamız. Hatta sözlü edebiyattan bile nasibimizi alabiliyorsak, anlıyoruz ki, sözlü edebiyatın örneklerini dinlememiz, ezberlememiz diye bir olgu var hayatımızda. O yüzden her ne kadar edebiyat bir işe yaramaz, edebiyat karın doyurmaz deseler de bunu geçer akçe saymamız mümkün değil.
Edebiyat bizim hayatımızı zenginleştiriyor. Bu bir gerçek. Nasıl zenginleştiriyor? Bir kere bize yeni ufuklar açıyor. Bizim hem kendimizle olan ilişkimizi anlamamıza yardım ediyor, hem de gerçek dünyayla, doğayla, başka insanlarla, başka insanlar arasındaki ilişkilerle, onların başından geçenlerle, insanların yaşadıkları şeyleri daha geniş açılardan görmemizi, gerçekliğin hiç de göründüğü gibi bir şey olmadığını, kat kat karmaşık bir şey olduğunu anlamamıza yardım ediyor. Diyeceğim, bize anlayış kazandıran bir hazine edebiyat. Edebiyatla tanıştığımız zaman, diyelim önce hoşlandığımız bir kitabı okuyoruz, sonra o kitap bizi başka kitaplara, başka yazarlara, başka dillere götürüyor. Başka ülkelerin insanlarını anlatan kitaplar okumaya başlıyoruz. Bakıyoruz ki, edebiyat hiç de basit bir şey değil. Öncelikle büyük bir hazine. Biz bu hazinenin içinde ya kendimizi kaybediyoruz ya kendimizi buluyoruz. Başka insanlarla tanışıyoruz. Gerçeklerin ne kadar değişken, karmaşık ve çeşitli olduğunu görüyoruz. Bunu yaparken de yararlandığımız şey dil. Dili ne kadar iyi kullanıyorsa o edebiyatı yapan kişi, biz o edebiyatın yansıttığı gerçekliği daha iyi anlayabiliyoruz. Diyelim ki önce edebiyattan zevk aldığımız için ilgi duyuyoruz okuduklarımıza. Söz gelimi, hoşumuza giden bir hikâye okuyoruz ya da hoşumuza giden bir masal dinliyoruz. Bir hayatın nasıl çok katmanlı olduğunu öğreniyoruz. Değişik kuşaklar arasındaki ilişkilerin nasıl olduğunu, değişik türden insanların hiç birbirine benzemeyen yanları olduğunu ya da birbirine benzeyen yanlarını öğreniyoruz.
Kısacası, o kadar çok kapılar, o kadar yeni ufuklar açıyor ki önümüzde edebiyat, bizlerin kişiliği birdenbire basit bir okur olmaktan çıkıyor. Bazen büyülü gerçekçilik denen bir durumla karşılaşıyoruz, bazen hayallerimizin gerçekleşeceği bir durumla karşılaşıyoruz, bazen sözün büyüsüne kapılıp, yahu ne güzel deyip ezberimizde tutuyoruz, tekrarlıyoruz. Yani edebiyatın hayatımıza böyle bir yararı da var. Edebiyat neye yarar, dersek en azından hayatımızı zenginleştiren, tekdüzelikten kurtaran bir zengin hazine olduğunu söyleyebiliriz. Ama bunun için de edebiyatın dilini az çok anlıyor, biliyor olmamız gerekir. Herkesin edebiyattan aynı ölçüde hoşlanabileceğini, zevk alabileceğini, yararlanabileceğini de söyleyemeyiz. Belki zararlı görenler de var. Çok sık kitap okuyanları azarlayan büyüklerimiz olduğunu biliyoruz. "Vaktini boşa harcıyorsun, saçma sapan şeylerle uğraşıyorsun,” diyenler de oluyor. Buna rağmen bakıyoruz, çok satan kitaplar var, ödül alan kitaplar var, kitap kulüpleri var, atölyeler var, bütün bunlar yetmezmiş gibi birtakım okullarda da edebiyat dersi diye bir ders var. Bu edebiyat dersleri ne kadar yararlı ne kadar zararlı o da tartışmaya açık bir konu.
Üniversitelerde edebiyat fakülteleri var. O fakültelerde okuyan insanlar var. Bunların içlerinden büyük adamlar da çıkıyor, büyük yazarlar çıkıyor. Kimi çok satıyor, kimi lanetleniyor, hapse atılanlar var, öldürülenler var, derisi yüzülenler var. Çok karmaşık bir hikâye. Gene de edebiyat neye yarar diye tartışmaya değer olduğunu düşünüyorum.
Edebiyattan yararlanabilmenin yollarından biri herhalde okuryazar olmak. Okuryazarlık da önemli bir şey edebiyatın yaygınlaşmasında. Ne kadar okuryazar var ve bu okuryazarlar okuduklarının ne kadarını anlıyorlar. Her okur okuryazar olabiliyor mu, her okurluk yazarlık sonucunu getirebiliyor mu? Bunu da sormamız gerek. Tabii bu toplumdan topluma, dilden dile değişiyor. Diyelim ki dünyanın bir sözlü edebiyat dönemi var, henüz yazının çıkmadığı ya da yaygınlaşmadığı dönemde çıkan edebiyat eserleri var. Destanlar, efsaneler, Homeroslar, Gılgamış ve değişik kültürlerin sayısız örnekleri. Yazı ortaya çıkınca edebiyatın da alıcıları, izleyicileri yaygınlaşıyor. Ve dünya edebiyatı diye bir şey çıkıyor ortaya. Yani edebiyat deyince yalnızca kendi dilimizdeki edebiyatı değil, dünya edebiyatını da düşünmeye başlıyoruz. Bu bizi başka dillerin, başka kültürlerin insanlarıyla tanıştırıyor. Belki kişiliğimizi de değiştiriyor.
Bir örnek vereyim, 90’lı yılların ortalarında o zaman Leningrad olan St. Petersburg’da uluslararası bir toplantıya katılmıştım. O toplantıda bizleri ağırlayan Rus yazarlar her fırsatta, "Puşkin’i Ruslardan başka kimse anlayamaz,” diyorlardı. Akşamları da Yazarlar Birliği’nin salonunda halka açık toplantılar yapılıyordu. O toplantının amaçlarından biri, "Avrupalı kimdir?”, "Avrupalı Olmak” konularını tartışmaktı. Çünkü Avrupalı olmak, uygar insan olmak anlamına geliyordu. Avrupalıların böyle bir hüsnü kuruntusu var. Yani sadece Avrupalılar uygardır, bir Avrupa birliği yaratalım diye düzenlenmiş bir toplantı. Kim Avrupalı olabilir?
Toplantının benimsediği görüşlerden biri ancak şehirlilerin Avrupalı olabileceğiydi. Avrupalılık kavramını büyük şehirler yaratmıştır. Paris, Roma, Londra, Viyana, Moskova filan. Şehirli olmanın ne kadar önemli olduğunu vurguluyordu konuşmacılar.
Bir akşamın ana konusu da "Avrupalı Olmak Nedir”di. Bir Hollandalı şair hanım çıktı, "Bence Avrupalılık ‘Puşkin’i yalnızca Ruslar anlayabilir’ dememekle başlar” dedi. Bence çok güzel bir tanım. Gerçekten de Avrupalı bir insan, "Puşkin’i yalnızca Ruslar anlar” demez. Epey şoven bir yaklaşım. Sonra bir üniversite öğrencisi çıktı. "Bence Avrupalı olmak insanın kendini dünya edebiyatı içinde evinde hissetmesidir.” dedi. Bu da çok güzel bir tanım bence. Bir insanın kendini dünya edebiyatı içinde evinde hissetmesi az buz bir iş değil. Hangimiz kendimizi dünya edebiyatı içinde evimizde hissederiz? Böyle iddiası olanlar vardır elbet aramızda ama o kadar kolay bir şey değil bu. Bence bu da güzel bir tanım. Demek ki, dünya edebiyatı da önemli bir şey. İnsanın sadece kendi edebiyatını sevmesi, anlaması, onunla övünmesi değil, başka edebiyatlardan da zevk alması, o edebiyatlardan da birçok şey öğrenebilmesi, insanlık gerçeğini, insanın başından geçen olayları, başka edebiyatlardan okuduğu kitaplarda da örnekler görerek anlayabilmesi de önemli. Böyle bir gerçek de ortaya çıkmıştı. Bu yüzden okuryazarlığın ne olduğu üstüne de düşünmeye başladık. Çünkü yazının ortaya çıkışından sonra da yazılı edebiyatın sözlü edebiyatın yerini alması birdenbire olmuyor. Sözlü edebiyat hâlâ hükmünü sürdürürken bir taraftan da yazılı metinler ortaya çıkıyor. Homeros destanları sözlü olarak söylenirken Sappho’nun lirik şiirleri papirüslere yazılmış, yarım yamalak da olsa bugüne ulaşmış. Daha sonra Homeros’un destanına benzeyen Vergilius’un Aeneas destanı var, o da yazılı bir destan. Yazılı olarak kaldığından konusu benzese de anlatım dili olarak Homeros destanlarından farklı olduğu görülüyor.
Lirik şiirden sonra dramatik şiirin örnekleri çıkmış ortaya. Tragedyalar, komedyalar yazılmış. Yazılı metinler olarak günümüze ulaşmış. Onlar da insan gerçekleriyle ilgili birçok şey anlatıyor. Tragedyada insanın acıya ne kadar dayanıklı olduğu, başından geçen acıları nasıl karşıladığı, nasıl yorumladığı konusunda binlerce kitap yazılmış bugüne kadar.
Daha sonra diyelim ki tek tanrılı dinlerle dinsel metinler ortaya çıkmaya başlıyor. Dinsel metinler yazıya geçince müthiş bir yaygınlık kazanıyor ve insan hayatını düzenler hale geliyor. Dante diye bir şair çıkıyor. Eski ortak metinler Eski Yunanca, Latince’yken yerel ve ulusal dille de eser verilebileceğini gösteriyor. Çağdaşı Petrarca lirik şiirler yazıyor.
Edebiyat türler olarak da zenginleşiyor. Her yeni örnek, dili kullanış biçimiyle okurunda gerçeğin başka bir yüzünün algılanmasına yol açabiliyor. Diyelim ki bir edebiyat örneğini önce hoşumuza gittiği için yararlı görebiliyoruz ama onun ötesinde estetik bir zevk de verebiliyor. Onun bir sanat eseri olduğunu düşünmeye başlıyor insanlar. Bir mimari esere bakarken duyduğu heyecanı edebi bir eserle karşılaştığında da duymaya başlıyor. Edebiyat metinlerinden doğrunun ne, yanlışın ne, kıskançlığın, hasetin, değişik duyguların da ne olduğunu öğrenmeye, bunlardan ahlak dersi almaya çalışanlar da oluyor. Hangi insan iyi, hangi insan kötü, bu da edebiyatta örneklendirilebiliyor. Edebiyatı yaratan kişi öyle bir dünya koyuyor ki önümüze, orada iyiyi ve kötüyü gerçek hayatta olduğundan daha kolay anlayabiliyoruz. Çünkü usta bir yazar bunu anlaşılır hâle getirebiliyor. Dilin güzel kullanımından ne kadar etkileniyorsak, eserin kurgusu, anlatım biçimi de onun etkisini artıran öğeler oluyor. Ya da okurun düşünsel yeteneğini geliştirebiliyor, ona felsefi bir tat da sunabiliyor.
Böylece edebiyatın çeşitli yararlarından söz edebiliriz. Fakat edebiyatın bu özelliklerinden kim ne kadar yararlanabilecek? Okuryazarlık bize ne kadar yardımcı olabilecek? Diyelim ki, 1928’de Harf Devrimi yapılmasaydı, Türkiye’deki okuryazar sayısı ne kadar kalacaktı? Bu konu hâlâ tartışılıyor, biliyorsunuz. Harf Devrimi yapılınca birçok kişi, "Eyvah, geçmiş zengin kültürümüzden yoksun kaldık” diye ağlamaya başlamıştı.
Bu konuyla ilgili bir olayı anlatayım size. 1967’de Üniversiteler arası Tiyatro Festivali için Mehmet Ulusoy, İtalya’da, Milano’daki Piccolo Tiyatrosu’nun yöneticilerinden Paolo Grassi’yi bu festivalde jüri üyesi olarak İstanbul’a davet etmişti. Yalnız onu değil, dünyanın önde gelen bütün tiyatrocularına davetiye göndermişti. Neredeyse yüz kadar çok önemli tiyatro adamının adı vardı yayımlanan listede. Ben de gittim, "Mehmet, nasıl getireceksin bunca kişiyi buraya?” dedim. "Abi,” dedi, "beş tanesi gelse fena mı olur?” Gerçekten de festivale Avrupa’dan birtakım insanlar geldi. Bunlardan biri Gérard Philipe tiyatrosunun yönetmeni José Valverde, biri Paris Konservatuarı’nda öğretmenlik yapan Antoine Vitez, biri Le Nouvel Observateur dergisinin tiyatro eleştirmeni Robert Abirached, biri de daha sonra Fransa Kültür Bakanı olarak tanıdığımız Jack Lang. Kendisi o sıralar Nancy Üniversitesi’nde Nancy Tiyatro Festivalini yöneten genç bir asistandı. İngiltere’den de Peter Brook’un asistanı olan genç bir tiyatro adamı Michael Kustow.
Bu konuklarla bir tanışma kokteyli yapıldı. Mehmet, "Antoine Vitez’e dikkat et, çok önemli bir adam. Louis Aragon’un sekreteriydi. Nâzım Hikmet Paris’e geldiğinde, onu gezdirmişti. Ayrıca kendisi Brecht uzmanı, çok iyi Almanca bilir, ayrıca Mayakovski uzmanı, çok iyi Rusça bilir” dedi. Hepsiyle tanıştık bu ünlü tiyatro insanlarının. İkinci gün baktım, Antoine Vitez, İstiklal Caddesi’ndeki bütün tabelaları doğru okuyor. Türkçe’nin nasıl telaffuz edileceğini hemen çözmüş.
Oyunların seyredilmesi bir hafta sürdü. Ödüller verildi. Bu arada gezdirdik konuklarımızı. Balık Pazarı’nda, öbür turistik yerlerde, İstanbul’u tanımalarına yardımcı olduk. Panellere katılıp konuşmalar yaptılar. Son gün bir arkadaşın Vaniköy’deki yalısında bir veda yemeği düzenlendi. Burada Antoine Vitez birden ortaya bir soru attı: "Çocuklar harf devrimi hakkında ne düşünüyorsunuz?”
O sırada müthiş bir "Asya Tipi Üretim Tarzı” ve "Kerim Devlet” modası vardı aydınlar arasında. O görüşü destekleyen oradaki birtakım arkadaşlar, "Çok büyük bir yanlıştı harf devrimi,” dediler. Onun üzerine Antoine Vitez bir soru daha sordu: "Harf Devriminden önce kaç kitap basılmıştı Türkiye’de?” diye.
Kimse cevap veremedi. O sırada, Edebiyat Fakültesi Kütüphanecilik Bölümü Profesörü Jale Baysal "İbrahim Müteferrika” adlı bir oyun yazıyordu ve matbaanın kurulmasından o güne kadar kaç kitap basıldığını söylemişti bana. Harf Devriminden önce çok sınırlı sayıda kitap basılmış. Bunların çoğu da dini kitaplar. Önemli bilim ya da edebiyat eserleri yok aralarında.
"Peki” dedi Vitez, "1928’den sonra ne kadar kitap basıldı?” Tabii, 1928-1967 arası karşılaştırılamayacak kadar çok kitap basılmış. "Gördünüz mü?” dedi Vitez, "Harf Devrimi’nin ne kadar önemli olduğunu.”
Anlaşılıyor ki okuryazarlığın artması, Türkiye’de edebiyatın da ilgi duyulan bir alan, bir hazine olmasını sağlamış. Peki, Türkçe’ye bütün dünya edebiyatı çevrilmiş midir? Çevrilmiştir diyemeyiz belki, ama Harf Devrimi’nden bu yana okuryazar sayısının artmasıyla kitap okurlarının, edebiyat okurlarının, edebiyattan yararlananların da sayısı arttı diyebiliriz.
Peki, bu konuda ne kadar olumlu şeyler söyleyebiliriz? Okurların bu kadar artması Türk Edebiyatına dünya edebiyatı içinde saygın bir yer sağladı mı? Bugün hâlâ bir sorun bu.
Günümüzde Türkiye’de edebiyat nasıl öğretiliyor? Okuryazarlar edebiyatı nasıl değerlendiriyor? Bir eleştiri geleneğimiz var mı?
Bakıyoruz dünya edebiyatına, edebiyat Platon’dan, Aristoteles’in Poetika’sından bu yana müthiş bir eleştiri geleneğiyle ortaya çıkmış ve o eleştiri geleneğini her yeni çağda başka düşünürler daha da geliştirerek değişen koşullara, hayatın artan karmaşıklığına, zenginliğine bakarak sürdürmüşler. Bu konu üniversitelerde okutulurken eleştiri geleneğinin de geliştiğini görüyoruz. 19. yüzyılda ise Hegel’den, Marx’tan, Freud’dan ve antropologlardan sonra yeni bir poetika ihtiyacı doğuyor. 20. yüzyıla baktığımızda Aristocu eleştiri geleneğinin yanı sıra başka eleştiri gelenekleri de ortaya çıkmaya başlıyor. Hemen aklımıza gelen bir örnek Brecht. Aristoteles’in tiyatro anlayışından farklı başka bir tiyatro anlayışı ortaya koyuyor.
Avrupa’da, Amerika’da 19. yüzyıl Romantik eleştiri anlayışını değiştiren "Yeni Eleştiri” ortaya çıkıyor. Yapısalcılık gibi değişik anlayışlarda yeni eleştiri akımları önem kazanıyor ve bu kuramları geliştiren, yaygınlaştıran hatta "edebiyat teorisi” diye bir kavram neredeyse edebiyatın kendisini ihmal etmeye başlıyor.
Teori meraklısı hocalar kuramsal yeniliklere o kadar önem veriyorlar, konunun ayrıntılarını öylesine didikliyorlar ki, edebiyat öğrencileri edebiyatın kendisini yeterince tanıyamaz hâle geliyorlar. Edebiyatın kendisi bu yüzden bir amaç olmaktan çıkıyor araç haline dönüşüyor birtakım şiirler, romanlar, oyunlar, denemeler görebilecekleri ilgiyi, verebileceği zenginliği veremez hâle geliyor.
Gene de konuya geniş bir açıdan baktığımızda birçok ülkede edebiyat eğitiminin ciddiye alındığını görürüz. Her ülkenin kendine göre çok iyi yetişmiş edebiyatçıları çıkmıştır. Birçok ülkede insanlar kendi edebiyatlarını çok iyi bilirler. Gene bir örnek vereyim: Kavala’da bir festivale davetliydik. Davetlilerden bir İtalyan şairle tanıştık. Arabayla dolaşırken ona fiyaka olsun diye Dante’nin İlahi Komedyası’ndan birkaç dizeyi İtalyanca okuyacak oldum, o hemen ardımdan yarım saat boyunca "Cehennem” bölümünü ezbere okudu. Birçok insan kendi edebiyatının ezberlenebilecek güzellikte olan bölümlerini ezbere bilebiliyor.
Bir ara bizde de iyi ezberi olan öğrenciler vardı. Selahattin Hilav, Fuzuli’den beş on gazeli ezbere okurdu. Cemal Süreya birçok şiiri ezbere okuyabilirdi. Yani bazı okurlar o kadar çok sevebiliyor ki kendi edebiyatının güzelliklerini, onları ezberleyerek yaşatabiliyorlar. Tabii bu biraz da edebiyat öğretmeninize bağlı. Hangi okulda edebiyatı hangi öğretmenden okudunuz? Bazılarımız çok şanslıdır, iyi öğretmenler edebiyatı bize sevdirmişlerdir. Bu yüzden biz Halit Ziya’yı da tanımışızdır, Mehmet Rauf’u da Cenap Şehabettin’i de tanımışızdır.
Benim böyle bir öğretmenim vardı. Şair Nigâr Hanım’ın oğlu Salih Keramet Bey. Kendisi Tevfik Fikret’in arkadaşıydı. O yüzden Tevfik Fikret’i çok iyi tanımamıza yardımcı olmuştu. Ya da Ankara Devlet Konservatuarı’nda ve Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde ders veren Nurettin Sevin’in öğrencisi olmuşsanız, ondan çok yararlanmışsınızdır. Nurettin Bey, Rumelihisar’da, Aşiyan’ın içinde olduğu bir arazinin sahibi bir ailenin çocuğu. Bu aile Tevfik Fikret’i o kadar çok severmiş ki, Nurettin Sevin, Fikret’in bütün şiirlerini ezbere öğrenmiş.
Nurettin Sevin, liseden sonra İngiltere’ye gidiyor, konservatuarda tiyatro eğitimi görüyor. Döndüğünde Ankara’da Siyasal Bilgiler’de İngilizce, Devlet Konservatuarı’nda da diksiyon dersi veriyor. İstanbul’da hangi semtte Türkçe nasıl konuşulur, onu bilen birisi. My Fair Lady diye bir müzikali hepiniz bilirsiniz, aslında o Pygmalion diye Bernard Shaw’un oyunundan bir uyarlamadır. Pygmalion’da Profesör Higgins diye bir dilbilimci vardır. Profesör Higgins, bizim Nurettin Sevin’in İstanbul lehçelerini bilmesi gibi o da İngiltere’nin neresinde hangi lehçenin konuşulduğunu çok iyi bilen biri. Oyunda "cockney” denen Londra’da İngilizce’yi çok kaba konuşan, opera çıkışı rastladığı bir çiçekçi kızı alıp diyor ki, "Ben bu kızı altı ayda mükemmel İngilizce konuşturabilirim.” Kralın ya da kraliçe’nin İngilizcesi düzeyinde. Ve bunu ispat ediyor. Bakıyorsunuz o kaba saba konuşan kız altı ay sonra mükemmel bir İngilizce konuşmaya başlıyor.
Nurettin Sevin de diksiyon derslerinde Fatih’te başka, Nişantaşı’nda başka, Kadıköy’de Türkçe’nin başka türlü bir şiveyle konuşulduğunu anlatırmış Devlet Konservatuarındaki öğrencilerine. Devlet Tiyatrosu oyuncularını izlemişseniz, onların bazı kelimeleri çok kendilerine özgü telaffuzlarla dile getirdiklerini görmüşsünüzdür. Oyuncuların en kolay öğrendikleri şey budur çünkü.
Konumuza dönersek, edebiyat öğretmenlerinin etkisi büyüktür demiştik. Gerçekten de Türkiye’de edebiyatı seven, edebiyattan anlayan okurlar, şanslıysalar, iyi öğretmenler elinde yetişmişlerdir. Yahut belli bir durum, belli bir olay onların edebiyatla olumlu bir ilişki kurmasını sağlamıştır. Bu buluşmanın ille de öğretmenle olması gerekmez. Aileden de olabilir, çevresindeki insanlardan biri de olabilir. Ama ortaokullardan başlayarak iyi edebiyat öğretmeni o kadar az ki, edebiyat eğitimi o kadar yetersiz ki, günümüzde kimsenin edebiyat dersini sevdiği, edebiyat dersi yüzünden edebiyatın çaresiz bir hastası haline geldiği söylenemez.
Diyelim ki lisede fırsat kaçtı, üniversiteye geldiniz, Türk Edebiyatı bölümüne başladınız, artık sizin Türk Edebiyatının bir sözcüsü, savunucusu olmanız beklenir. Böyle bir şey de pek olmuyor. Çünkü bazı ülkelerde, o ülkenin edebiyatı üniversitelerde o kadar ciddiye alınıyor ki, o bölümlerde okuyan öğrenciler, o toplumda bir ortak beğeni oluşmasını, edebiyatı eleştirel bir gözle değerlendirebilecek bir kamuoyu yaratılmasını sağlıyorlar. O yüzden o ülkelerde yayımlanan birtakım dergiler, kitaplar, o ülkelerde yaratılan popüler kültür dışındaki edebiyatın hangisinin değerli, önemli, evrensel sayılabilecek değerde örnekler olduğunu o toplum neredeyse fikir birliği ederek benimseyebiliyor. Tabii bu tartışmalara katkıda bulunan üniversitelerin düzenlediği dizi konferanslar olabiliyor, birtakım kurumların verdiği ödüller olabiliyor. Aydın bir kamuoyu, gerçekten okuryazarlığı yüksek düzeyde bir kamuoyu o ülkenin edebiyatının hangi örneklerinin değerli hangi örneklerinin önemli olduğunu sağlayabiliyor.
Bizde ne zaman böyle bir şey oldu? Eskiyle yeni arasında bir kavga, tutuculukla devrimcilik arasında bir tartışma oldu mu diye baktığımızda, çok önemli kavgalar görmüyoruz. Çok sınırlı bir çevredeki edebiyat kavgalarını, tartışmalarını saymazsak.
Bazen, diyelim ki harf devriminden sonra, okuryazarlığın yaygınlaşması konusunda adımlar atılırken, eğitimin çok ciddiye alındığı dönemlerde, Reşat Şemsettin Sirer’e kadar olan dönemde çok iyi öğretmenler çıkmış. Gerçekten eğitim gerçekten heyecan yaratan, öğretmenlik çok saygın bir meslek olarak benimsenmiş. O yıllardaki öğretmenlerin adları hâlâ bir çoklarımızın belleğindedir. Onlar hep saygıyla, sevgiyle anılır. Bu arada diyelim ki Nâzım Hikmet’in yarattığı heyecandan sonra 20’lerin sonları, 30’lu yıllar hapse girene kadar onun, "Putları Yıkıyoruz” gibi kavgaları var. Gereksiz, önemsiz edebiyata saldırıları bir heyecan yaratmış. Onun hapse girmesinden sonra bazı dergilerin canlandırdığı bir edebiyat havası görüyoruz. Partili birtakım dergiler var, onların yarattığı birtakım politik ve edebi tartışmaların heyecanı var. Ama "Garip Akımı” çıkana kadar büyük bir heyecana şahit olmuyoruz.
Diyelim Reşat Nuri’nin Çalıkuşu çok okunan bir kitap oluyor. Yalnız Çalıkuşu değil, öteki kitapları da belli bir saygın okur kitlesi yaratıyor. Yahut Yakup Kadri’yle başlayan bir Anadolu edebiyatı var, yalnızca Yaban’la değil, Kiralık Konak’la da Nur Baba’yla da önemli bir romancı olarak kendini kabul ettirebiliyor. Ama daha genç kuşaklar Sait Faik’i keşfedene kadar büyük bir heyecan yok. Sait Faik ayarında başka bir hikâyeci yok o yıllarda. Gerçi Memduh Şevket diye biri var, ama imzasını bile MŞE diye atıyor, çünkü kendisi politikacı, CHP’nin Genel Sekreteri. Çok iyi bir yazar ama tanınan bir yazar değil.
Varlık dergisinde Garip Akımının ortaya çıkması ve yarattığı heyecan bir şans eseri olarak Ataç diye bir eleştirmenin de ortaya çıkmasını sağladı. Ataç inanılmaz bir saygınlık ve önem kazandı. Çünkü Ataç beğenirse iyi bir not almış oluyor şair ya da yazar, Ataç beğenmezse işler kötü. Diyelim Ataç birisinden Bay bilmem kim diye bahsediyorsa, kötü bir şey demek. Bir çoklarınız hatırlarsınız, Adnan Benk adlı çok parlak bir öğretim üyesi ve eleştirmen vardı, Ataç’a karşı bir şey yazacak oldu, Ataç ona karşı Bay Adnan Benk diye bir yazı yazdı. Adnan Benk de ona, "Baylandıktan Sonra” diye bir cevap yazısı yazdı.
Bu dönem, belli düzeyde bir tartışmanın yapılabildiği bir dönem.
Attilâ İlhan sevilen bir şair olarak ortaya çıkınca, Garipçileri hiç sevmedi. Onları çok içki içen şairler olarak düşündü ve onları "saray şairleri” olarak niteledi. İnanılmaz bir şey. Orhan Veli’nin bir saray şairi olduğunu düşünebiliyor musunuz? Ya da Melih Cevdet’le Oktay Rifat’ın. Ama onun da kendine göre görüşleri vardı. Hangi sol, hangi seks gibi. Neredeyse "Hangi Leman” diye bir roman bile yazabilirdi. Ama çok tutuldu ve sevildi. Çünkü okuryazar şiirde de romanda da başka türlerde de çok titiz bir değerlendirme yapabilecek bir olgunlukta değil. Eleştiri edebiyatımız hem çeşitli değildi hem çok yönlü değildi. Okuryazarlık da edebiyatın anlaşılması ve değerlendirilmesi konusunda yeterince gelişmiş değildi.
Diyelim ki, şöyle olumlu bir şey gelişti Türkiye’de. Köy Enstitüleri kuruldu ve köyden yetişen birtakım yazarlar çıktı. Köy Edebiyatı diye bir edebiyat yaygınlaştı. Hepimiz çok heyecanlandık. Söz gelimi Mahmut Makal’ın Bizim Köy’ü, benim lisede öğrenci olduğum yıllarda çıkmıştı. Önemli bir kitaptı. Belki dili, anlatım özellikleri bakımından çok mükemmel değildi, ama anlattığı gerçekler bakımından, içeriğinin etkisi bakımından, gerçekliğin yansıtılması bakımından çok önemli bir kitaptı. Arkasından Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Dursun Akçam, Mehmet Başaran gibi yazarlar çıktı bu enstitülerden ve bu yazarlar iyi yazarlardı. Kendi dünyalarını inandırıcı bir dille anlatabiliyorlardı.
Bunlara karşı hemen, "Sosyalizmi köylülerden mi öğreneceğiz ya da Yaşar Kemal’in eşkıyasından mı öğreneceğiz” diye köy romanına karşı bir akım başladı. Köylüler de kim oluyor, bize edebiyatı köylüler mi öğretecek? Oysa köy edebiyatından, onun dilinden de öğreneceğimiz çok şey vardı. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın başka ülkelerinde de kültürün yaygınlaşması bakımından dikkate alınan bir şeydi köy ve işçi sınıfı edebiyatı. Bu yüzden edebiyat bölümleriyle birlikte bazı ülkelerde kültürel çalışmalar diye bir alan oluşmaya başladı. Çünkü işçi sınıfı da artık kendi edebiyatını yaratır hâle gelmişti. On sekizinci yüzyılda sanayi devrimi gerçekleşiyor. Sanayi devrimiyle işçi sınıfı ortaya çıkıyor. İşçi sınıfı da okuma yazma öğrenmeye başladığı zaman, onlar da kendi kültürlerini dile getirebilecek eserler vermeye başlıyorlar. Tabii edebiyattaki bu değişme yalnızca işçi sınıfına bağlı değil. Edebiyat önce burjuvalaşıyor. Yüksek edebiyat aristokrasinin yarattığı bir edebiyatken bakıyoruz 16. yüzyılın sonunda kapitalizmin gelişmesi ve Avrupa’da burjuva sınıfının egemen sınıf olmaya başlamasıyla zaten edebiyatta bir burjuvalaşma başlıyor. Roman türü ortaya çıkıyor. Roman türü burjuva sınıfının yarattığı bir tür. Bu yüzden okur yazar kitlesi de değişmeye başlıyor. Okuryazar sayısı artıyor. Şehirlerde gazeteler, dergiler çıkmaya başlıyor ve roman türü tiyatronun yerini alıyor.
Şiir 17. yüzyılın sonuna kadar en başat edebiyat türüyken 18. yüzyılda roman, şiirin ve tiyatronun yerini alıyor. Tiyatro büsbütün kaybolmuyor ama daha önceki parlak oyun yazarları görülmez oluyor. 19. yüzyılın ortalarına kadar tiyatro silik bir tür olarak görünüyor. 19. yüzyılda önce Büchner’le, sonra Ibsen, Strindberg, Çehov gibi yazarlarla tiyatro yeniden çağdaş bir edebiyat türü haline geliyor.
Bütün bunlarda okuryazarların sayısının önemi çok fazla. Okuryazarlar nasıl yetişiyor, onları kim eğitiyor. Nasıl bir eğitimden geçiyor insanlar, hangi ülkelerde iyi üniversiteler var, o üniversitelerde edebiyat nasıl ele alınıyor? Çünkü edebiyat da genellikle tutucu insanların ellerinde. Eski Yunanca öğretiliyor. Latince ortak bir dil bütün Avrupa üniversitelerinde. Ancak 19. yüzyılda ulusal diller kendi edebiyatlarını yaratacak bir okuryazar zenginliğine kavuşuyor. Bu arada en ilginç ülkelerden biri de Rusya. Çünkü Rusya 1860’lara kadar serflerin olduğu bir ülke. Onlar özgürlüklerine kavuştuktan sonra Gogol’ün önemi anlaşılıyor. Turgenyev anlaşılıyor. Ondan sonra Dostoyevski, Tolstoy, Çehov çıkıyor. Birdenbire olmuyor hiçbir şey. Hem eğitimde ilerlemeler kaydediliyor hem de kendi edebiyat eğitimini geliştiren bir okuryazarlığın yaygınlaşmasını sağlıyor.
20. Yüzyıla geldiğimizde ise popüler kültür diye bir şeyle karşı karşıyayız. Öyle çok kitap basılıyor, öyle çok kitap satılıyor, öyle yaygın bir okuryazarlık var ki yazılanların birçoğunun da edebiyat olarak değerlendirilmesi güç. Burada tabii edebiyat eleştirisi öne çıkıyor. Eleştiri geleneği hangi ülkede ne kadar sözü dinleniyor, saygınlık kazanmış bir şey ki, edebiyat ürünleri arasında bir ayıklama, bir seçme yapabilsin. Dünyadaki politik karmaşıklık öyle bir ortam, genelgeçer değerler yaratıyor ki, insanlar da başlıyorlar, değerli eserleri biz seçelim. Seçkinlerin değer yargıları geçerli olsun ve eğitim kurumlarında onların ne kadar anlamlı olduğu öğretilsin.
Tabii buna karşı kültürel çalışmalar alanı da işçi sınıfının birtakım değerler ortaya koyduğunu gösteriyor. Özellikle sömürgecilik sonrası diye bir edebiyat anlayışı ortaya çıkıyor. Ya da kadın hakları ve feminizm akımının yol açtığı edebiyat akımları görülüyor. Böyle değişik kümelerde saygın edebiyat ürünleri yaygınlaşıyor. Bu yüzden kanon ya da büyük gelenek diye bir kavram ortaya çıkıyor. Eleştirmenler, bizim büyük geleneğimiz budur diye, büyük yapıtları sıralıyorlar. Yahut Harold Bloom diye bir Amerikalı profesör çıkıyor. O da Batı Kanonu diye, Batı edebiyatının büyük yapıtlarını sıralıyor. Neden bunların önemli olduğunu açıklıyor. Edebiyatı böyle başka başlıklar altında inceleyen eleştirmenler çıktı. Northrop Frye diye Kanadalı bir eleştirmen, eleştirinin hangi başlıklar altında incelenmesiyle biz dünya edebiyatını anlamlı bir biçimde ele alabiliriz konusunu işliyor.
Bunlar edebiyata eleştirel bakmanın yollarını bize gösteriyor. Biz yine daha alçakgönüllü bir yaklaşımla edebiyatın yararını konuşmaya devam edecek olursak, Ataç’tan sonra onun ayarında bir eleştirmen çıkmadı Türkiye’de. Onun kadar sözü dinlenen, sözüne saygı gösterilen biri çıkmadı. Belki Adnan Benk onun yerini alabilirdi. Bir de dergi çıkarmıştı Çağdaş Eleştiri diye ama fazla uzun ömürlü olamadı bu dergi.
Ataç’tan sonra belki de onun da desteklediği Memet Fuat’la Fethi Naci’nin adlarını anmamız gerekir. Memet Fuat yönettiği dergiler, hazırladığı antolojler, sayısız eleştiri yazıları ve denemeleriyle, Fethi Naci de özellikle roman ve öykü türlerindeki yazarları değerlendirirken Türkiye’de eleştirinin belli bir düzeye yükselmesini sağladılar.
Günümüzde çeşitli dergiler var, atölyeler var, okuma grupları var, yazar buluşmaları var. Örneğin Orhan Koçak ve Nurdan Gürbilek edebiyat eleştirisi alanında sözüne güvenilen saygın yazarlar. Orhan Koçak’ın Kopuk Zincir ve Romanın Kaygısı kitapları çağdaş Türk şiiri ve Türk romanını eleştirel bir bakışla değerlendiren önemli incelemeler. Bu arada şiir ve şairlerle ilgili denemeleriyle Mahmut Temizyürek’in de eleştirel duyarlığımızı geliştiren yazarlardan biri olduğunu unutmayalım.
Bu yüzden biz kime güveneceğiz, hangi eleştirel kaynaklardan yararlanarak Türk edebiyatını değerlendireceğiz? Sanırım bu tartışmaların sürmesi gerekiyor. Herkesin edebiyattan zevk alabildiği kadar, edebiyatın insana neler kazandırabileceğini düşünerek, edebiyatın belki her derde çare bir ilaç olmadığını da unutmayarak ama edebiyatın bizim hayatımızı zenginleştireceğini düşünerek, bizi kendimizle tanıştırmak bakımından edebiyatın ne kadar güçlü olduğunu, kendimizle ya da başkalarıyla tartışarak bir sonuca ulaşmamız gerek. Ama bu konuya ne kadar çok yönlü yaklaşırsak, edebiyatın aydınlatıcı bir yol açıcı olduğunu, bize zenginlik kazandıran bir kaynak olduğunu anlayabilirsek, o kadar yararlanabileceğimizi düşünüyorum.
Kendi adıma, okuduğum kitapların beni olabileceğinden daha iyi bir insan haline getirdiğini düşünüyorum. Bu tabii bir hüsnü kuruntu olabilir bir çoklarımız için. Ama zaman zaman duyuyoruz, bir kitap okudum hayatım değişti sözlerini. Gerçekten de okuduğumuz kitaplar bizim hayatımızı değiştirebiliyor. Bir örnek vereyim: Geçen yıl buradaki son konuşmamın konusu John Berger’di. John Berger’in bir romanını çevirdim ben Türkçeye: Düğüne. Bu roman AIDS hastalığıyla ilgili bir roman. AIDS hastalığını anlatmıyor elbette. Romanda bir genç kız AIDS hastalığına yakalanıyor. Güzel, gelinlik çağında bir kız. Artık ölümü, hayatın kendisi için bittiğini düşündüğü bir sırada İtalya’da bir pazarcı genç ona âşık oluyor. Kız Fransız bir baba ile Slovak bir annenin çocuğu. Fransa’ya Fransızca öğrenmeye gelmiş bir genç kadın. Fransız bir demiryolcuyla tanışıyor bir dans partisinde. Ve ondan bir kızı oluyor. Çocuğu daha iki üç yaşındayken, pasaportuyla ilgili kimi sorunları çözmek için kadın Bratislava’ya dönüyor. Fakat burada yeniden yurt dışına çıkmasına izin verilmediği için Fransa’ya dönemiyor. Kızı babası büyütüyor. Genç kız bir plajda çalışırken oradaki genç bir aşçıdan kendisine AIDS bulaşıyor. İtalya’da başka bir işte çalışırken de böyle bir hastalığa tutulduğunu öğreniyor. Son derece umutsuz bir haldeyken İtalyan bir pazarcı delikanlı ona âşık oluyor ve onunla evlenmek istiyor. Kız, durumunu açıklıyor ona, benim yaşama ümidim yok diyor. Olsun diyor çocuk ve evlenmeye ikna ediyor kızı.
Düğün yapılacak. Çocuk müthiş enerji dolu. Bu aşk ilişkisi inanılmaz güzel bir biçimde gelişiyor. Po nehrinin denize döküldüğü yerde çocuğun akrabaları var, orada müthiş bir düğün yapacağız diyor. Kızın babası da durumu öğreniyor. Motosikletiyle Fransa’dan yola çıkıyor -- John Berger de motosiklet meraklısıydı --. Düğüne gidişi boyunca biz romanda o yolculuğu da izliyoruz. Yolda bir müzeyi geziyor, orada eski Mısır’a ait çok güzel bir kolye görüyor, keşke bunu kızıma düğün hediyesi alabilsem diye düşünüyor, sonra da onun bir benzerini bir kuyumcuda bulup alıyor.
Bu arada anne de Bratislava’dan düğüne gelmek üzere yola çıkıyor. Otobüste yanına bir adam düşüyor. Adam eskiden bir ansiklopedide çalışmış ve yol boyunca geçtikleri bütün şehirleri, şatoları, sanat eserlerini kadına anlatmaya başlıyor. Müthiş bir dostluk kuruluyor aralarında. Otobüs yolculuğu bitince kadın Venedik’ten motorla Po nehrinin ağzındaki köye gidiyor.
Sonunda herkes köyde buluşuyor ve müthiş bir düğün sahnesiyle bitiyor roman. Bu çok trajik hikâye inanılmaz güzellikte bir sonla bitiyor. Damadın arkadaşları, akrabaları; kızın ailesi, müzisyenlerle öyle güzel bir düğün oluyor ki, okura da o güzelliği yaşatıyor roman.
Birçok roman bize yaşama olanağımız bulunmayan güzellikleri yaşatabilen güçtedir. Proust’un Yitik Zamanın Peşinde romanını okuduğumuz zaman bizim de yitirdiğimiz zamanı yakalamamıza yardım ettiğini anlarız. Bizim de yaşamadığımız birtakım zamanları yaşamamızı sağlıyordur Proust. Daha birçok böyle roman adı sayabiliriz. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’unu sayabiliriz. Huzurun ne olduğunu, huzursuzluğun ne olduğunu, bir savaş çıkması arifesinde insanların neler yaşadığını ya da bi