FÜRUZAN İÇİN

FÜRUZAN İÇİN

 Her şey basitliğin hafif düzeninde başlıyor. Sakin, uysal, pervasız. Ama hangi yoldan gideceğini bilemiyor iyilik. Neyse ki nehir var. Kimselere görünmeden usul usul akan kolları. Bu zarif kolların başka kollarla, onlarıncoşkusu, uğultu- suyla hemen anlaşılmayan bağlantısı. Sonra nostaljisi. Bir zamanlarbalık avlanan geniş yatakları.Dinamitleri, balyozları ve serpme ağlarıyla avcıları. Yüzeyin hemen altındaki balıkpullarında ışıldayan güneşi.Tüm bunlara bakıp, "Yaşamak ne güzel, değilmi,” diyeceğin biryakının olması. Nehrinbütününde hepsi. İyiki su biliyor nereye gideceğini. 

 "Ece Ayhan da ‘Orta İkiden Ayrılan Çocuklar İçin Şiirler’yazmıştı yetmiş yılında. Evet, çok iyi hatırlıyorum. Çok severdim şiirlerini. O da benim hikâyelerimi beğeniyormuş. Bir arkadaşına anlatmış. Hala Adile için acayip bir şey, demiş. Ben de sana anlatırım tabii. Bilirsin. Hala Adile, bir ölüm haberi alıyor, susup kalıyorönce. Birdenbire başındakiörtüyü açıp yeniden bağlıyor.Buna bayılmış Ayhan. Edirne’nin Köprüleri’ni mutlaka okumalısın, diyormuşgördüğü arkadaşına. Bir de Füruzan’ı ben keşfettim demiş. Duydum birkaç kişiden bunu. Şimdi sen bana o günlerisoruyorsun. Aradan elli yıl geçtiktensonra o günleri nasıl değerlendiriyor- sun, diyorsun. İnsan, şu hayatı yaşaya yaşaya insanların arasındaki farkları değil de benzerlikleri görüyor. Sana bakıncabizim Sabahat’ı hatırlıyorum mesela. Onun susuşu da seninki gibiydi.Gizli saklı kalmış ince tuhaflıkları görür, şaşkınlığından dili tutulurdu. Ne zaman biz desem Sabahat’la ben, derdim aslında. Her neyse, bu söyleşi önerinide onun için kabul ettim. Rica ederim canım. Ne diyordum, ilk kitap çıktığında Memet Abi, Ece Ayhan seninle röportaj yapacak,dedi. Naci Çelik de fotoğraflarını çekecek. Havalara uçtum tabii.”

 "Füruzan, hikâyeye saygınlık kazandırmıştır, diyen benim.Biz parasız ya- tılıyız, da dedim.Evet, övgüyle söz ettim hep ondan. Biz kıtlığın kırıldığı yeri çok iyi biliriz. Füruzan’ın hikâyelerinde de açlık, cihanşümul bir dilde konuşur. Umulmadık yerlerdeki ayrıntılarda yaşatır sizeaçlıktaki onuru. Yakın arkadaş- larım bilir, ben yan kesicilerin hastasıyımdır. Necip Fazıl’ın dergisinde okumuş- tum bir gün. Şöyle diyorduFikret Adil: ‘Hırsızdaki bütün fevkaladelik aslının değil tarzının eseridir.’ Bakın,hırsız nasıl ki polisin belli olduğu derecedegizliyse, açlığın gizli alfabesini varsılların ev düzeninde kurar Füruzan.Astragan kürk, şanelkokunun bir alt tabakasındaki huzurdayaşayan; kesme yakutlar, mineli saatler takan,podüsüet ayakkabılardan ayak kemikleri taşan,takma dişli kadınların hizmetçili evlerindeki kusursuz düzen tutkusunda müthişbir sorgu ünlemi büyütür. Taşralı’yı okuyun, dediğime hakvereceksiniz, ablasının mineli saatinde gözü kalan kardeşin sesine verin kulağınızı, bütün paşa kocalardan, bütün mineli saatlerden nefret edeceksiniz. Bunun yerine hakkına sahip çıkmaya çalışanları seveceksiniz. Ben Füruzan’ı aynı zamanda bir şair olarak kabul ederim. Hayata bilmece gibi bakan saf bakış vardır onun hikâyesinde. Bilmeceler de şiirlerle aynı dili konuştuğuna göre, ikisi de âlim ruhun şeklini tarif ettiğine göre, anladınız siz. Bakışlarınızdan belli.Bu arada, Fayton şiirimi bilir misiniz? 58’de çıkmıştı ilk. Pazar Postası’nda. Pek bilinmez. Şiirimdeki eylemi sizinşim- diki çabanıza benzetiyorum. Şöyle bir şey, anlatayım. Fikriye Hanım,Atatürk’ün Latife Hanım’la evlendiğini öğrenince Ankara’ya gelip faytonla köşke giriyor. İçeri alınmıyor, o da intihar ediyor. Bakın bugün ölüler aramızda. En çok onlar- dan konuşacağız galiba.” 

 "Hayır, tanımıyorum. Daha doğrusu yeni tanıştık. Okurummuş. Öykü yazıyor- muş. Sen lavaboya gittiğinde gelip kendini tanıttı. Ama yokmuş bir kitabı. Avukat olduğunu söyledi. Dipnot verir gibi - bu aslında mesleğim, dedi. Bir çeşit özür. Sesi, bakışı, açıklamasının avukatıydı bence. Yazarlığını savunuyordu tavrıyla. Aç kalmamak için bir şeyler yapılıyor, sonra da sağda solda lafı ediliyor, diyorsun. Boş ver onları. Söylenenlere takılıp kalacak olsaydık… Bugüne kadar arkamdan konuşulanların hiçbirine yanıt vermedim. İşime baktım hep. Hem bizim orta sınıf kafa- sının meslek takıntısı arızalıdır biraz. Aldırma. Sahi, ne diyorduk en son? Evet, yoksulluğu konuşuyorduk. Bak canım, bu ülkenin vatandaşıysan, utanacak hep bir şeylerin var demektir. Yoksulluğun, göçmenliğin, okuyamamanın sorumlusu senmişsin gibi ezilir de ezilirsin. Ağzınla kuş tutsan bile bu böyle. Bizim zamanımızda yoksulluğundan utanıyordun en çok. Bir dile yabancı kalmaktan. Aynı memlekette yaşadığın insanlarla aşağı yukarı aynı kelimeleri konuşuyor ama birbirini anlamı- yorsun. İğrenerek bakıyorlar sana. Utanmayıp ne yapacaksın. Sen de biliyorsun, en çok yoksullukla oynandı bu ülkede. Biçimi değişti onun için. Utanmanın da değişti. Artık ihtiyarlığından utanıyor insanlar. Dışarıda olan bitenle değil de, kendi bedeniyle ilgileniyorlar hep. Aklım almıyor. Salgın bütün korkuları ölüm karşısında eşitledi mi diyorsun. İnsan bu. Yeniden döner eski hastalığına. Tamam tamam, hak- lısın. Konudan konuya atlıyoruz. Benim de ihtiyarlığı bir hastalık gibi anlattığımı söylüyorsun. Yoksullukla yaşlılık fobisi var öykülerimde, öyle mi? Bak canım, gücün kutsandığı yerde zayıf olan her şey, sinsi sinsi her şeyin içine girer, tamam mı. Kötülük denir sonra güçsüzlüğe.”

 "Memet Abi’ye, o kızla görüşmem lazım, dedim. Söylemiş. Peki abi, demiş. Bir kahvede buluştuk. Söyleşiden sonraydı. Hiç unutmam, aylardan nisandı. Günlerce yağan yağmurdan sonra açmıştı hava. Sığırcıklar iç çeke çeke dönüyordu gökte. Kahvenin duvarında nem kireç bozuyordu. Akşamüstüydü, güneş duvarda kayboluverdi. Biz de sohbeti inceltip seyreltmiştik iyice. Sorularıma verdiği cevapları konuşuyorduk. Misal, dedim, açıklamalar taraflarını, seyircisini memnun etmeyi bilmeli, açıklamanın içinde tutmayı becerebilmeli. Buna benzer bir şeyler daha söyledim. Geriye yaslanıp şöyle bir yüzüme baktı. Oysa,diyerek başlayacaktı

 

 

konuşmaya. Neyse, deyip sustu. Sanki Taşralı hikâyesindeki Yurdagül vardı karşımda. O anda dedim ki içimden, bir leylak çakımı bu. Bir masada karşılıklı oturup bir şeyler içiyorduk. Ama ağaçların arasında konuşmadan yürüyorduk aynı zamanda.” 

Birdenbire, iyilik çözülmeye başlıyor. Keşke her şey ikiye bölünebildiği kolaylıkta kendi bütünlüğünde kalabilse, diyorum. Saklı parçalarındaki gizden kurtulabilse. Çünkü şeylerde görünen kadar görünmeyen de vardır, olanda olmayanın gölgesi. Toprağın, kökle gövdeyi ikiye bölmesi gibi, bizde olan şeyler de sürekli kesilip bölünür. Ağacın dalı kadar kökü uzanır top- rağın altında. İnsanın bilgeliğinde ise bönlüğü. Bir zamanlar ben de düşüncesiz ve salaktım. Aynı zamanda akılcı, bilge ve duyarlıydım. İlkelliğim ölçüsünde uygardım. Kabuğum ve içim, sırrım ve sözüm, tasarılarımla eylemlerim hep farklıydı birbirinden. Parçalanmak, kendimde dünyanın mil- yonlarca yarısını yitirmek, geriye kalan zerreye sahip çıkıp ondaki değeri duyumsamak. Değersizliğin eşiğinden geçmek. Sıradan zekânın karmaşasından arınmak. Dilerim bir gün ikiye bölünmeyi, bölünen parçalarının savaşını sen de duyumsarsın. Bütünlüğüne varıncaya kadar vereceğin  mücadeleye katlanmayı başarırsın. Düşüncesizliğinden de akılcılığından da kurtulursun. Özgür kalırsın ikisinden de.

  "Sanat onlar için iktidar çayırlığıydı, diyorsun ya bir hikâyende, işte ben onları, çayırlığı, çayırlıktaki çimeni, çimenin dibindeki çamuru gördüm. Ama hiçbirini an- latmayacağım. Şöyle demişti Memet Abi: Orhan Kemal’in kahramanı olan kızlardan biri yazmaya başladı. Onun bu sözü çok önemli benim için. Orhan Kemal, Sait Faik benimilk öğretmenlerimdir. Adalı imzasıyla yazardıAğaç Dergisinde. On altı yaşı-mın heyecanıyla içer gibi okuyordumo dergiyi. Hikâyenindevamını okuyabilmen için bir sonraki sayıyı almalıydın. Yarım hikâyeleri tamamlardım kendimce. Parasız Yatılı çıkınca işçi çocuklar alsın okusun istedimen çok. Bir gün onların da yazacağına inandım hep.” 

  "Ama kitle partisi şairi değilsin sen, dedim ona. Kendisini bir ansiklopedi maddesi gibi açıklıyorum diye postayı koydu. İyi bir çıkıştı. Sonra dedim ki, kentliler, yukarıda yaşayanlar sevmeyebilir Parasız Yatılı’yı. Sınıf farkını iyice göstermek istemiştim. Ne yapalım sevmesinler, derken öfkesini içinde büyütüyordu. Öfkesiyle uzlaşırsa öyle güzel öyküler yazmayı bırakabilir diye sürekli körüklü- yordum ben de. Bilirsiniz, baba ölünce geride kalanların ekmeği dara düşer. İlansız ölüler takımındansa baba, durum iyice beter. Onu anlattı. İşte bir problem daha: Onun hikâyelerinde hizmetçili evlerin gölgeli huzurunda yaşayan kadınların kocaları neden hep güçlü ve merhametli? Bir de tersinden kurun bu problemi. Bakalım ne çıkacak karşınıza.”

"Güç ve merhamet bir erkekte olmazsa olmaz nitelikler bence. Gücün türlü yönleri var. Bunlar değil şimdi konumuz.Ama merhamet önemli. Bak canım, zaman değişiyor, yaşayışlar değişiyor. Ama yıllar geçse de kadınlar bunu bekliyor sevgili-sinden, kocasından, âşığından. Niçin? İşte bu önemli bir sorudur.Merhameti ol- mayan insan acımasız olur. Bize acımasını mı istiyoruz sevgilimizin? Okurumuzdan da buna benzer şeyler mi bekliyoruz? Bunları düşün olur mu? Ama ne anlatacağım sana bak, biliyormusun? Ayhan, benim bir öykümü temize çekmiş adamdır. Şaşırdın değil mi. Hiç şaşırma. Söyleşileri falan araştırırsan bulursunböyle matrak şeyler.”

"Eyüp, Galata, Üsküdar. İstanbul, bir suyla üçe bölünmüş kenttir, dedim. Parasız Yatılı hangi kesimlerde yaşadı, sen hangi kesimlerde yaşadın? Süslü şeyler söyledi, bana değil de sorunun arabına verdi cevabını. Ondan beklediğim gibi.    

 

Beklentiler, dilekler hiç bitmez. Kimin dileğiydi o, öldükten sonra mezarımdan kalkıp şöyle bir tur gezebilsem, ardımda kalan dünyada neler oluyor bir bakabilsem, hiç olmazsa senede bir defa yapabilsem bunu diyen. Doğru, Bunuel. Ben de onun hesap. Biz ölüler konuşmayı severiz. Yeterince dinledikten sonra, sizin gibi bir dinleyen bulursak hiç susmayız. Size güvendim. Yaşarken de güvenmiştim insana. Aslında insandan çok içindeki olguya. Füruzan da güvendiğim bir olguydu. Söyler misiniz, ne yapıyor şimdi? Parasız Yatılı okunuyor mu? Peki benim şiirlerim, onlardan ne haber?

 Sulara akşam iniyor. Işığı gittiği yerden dönüyor. Sözcükler hikâyesinden, nehir köprüsünden özgür kalıyor. Köprüler suları bölmeyi sürdürüyor ama. Üstünden insanlar, tarih gelip geçiyor, orta yerde bir padişah anısı. Tersinden bakılınca anılar da çözülüyor. Saklısı gizlisi kalmıyor dünyanın. Seslerle sözler birbirinin içinde eriyor. Seninle ben bir bütün oluyoruz sonra.


 



FOTOĞRAFLAR HAKKINDA  Naci Çelik Berksoy     92
“HAKİKATİN” ACISI, KURMACANIN GÜCÜ: “BENİM SİNEMALARIM.”  Berfin Atlı    92