KEMAL ATAKAY - KURBAĞACA ZOR BİR DİLMİŞ
30 Eylül 2022’de, tam da Dünya Çevirmenler Gününde yitirdik onu. Türkçeye kazandırdığı kitapların adlarını ve yazarlarını yazmaya kalksaydım bu dergide bana ayrılmış alanı doldurmuş olurdum (abartmıyorum). Yüzden fazla kitap… Kısaca İtalyan Edebiyatı kanonunu çevirdi diyebiliriz. Merak edenler İnternette bir tarama yaptıklarında kolayca göreceklerdir (hoş bu derginin okuru çoktan okuyup sindirmiştir bu kitapların çoğunu). Ve Kemal Atakay’ın sadece çeviri yapmadığını, yazdığı önsözlerle, çevirmen notlarıyla ve dergilerde yayınladığı eleştiri yazılarıyla yaptığı çevirileri sürekli başvurulacak, özgün Türkçe metinlere dönüştürdüğünü de takdir etmişlerdir. Ben kitaplardan çok anılarımızdan söz edeceğim bu yazıda. Bağışlarsanız ilk adıyla anacağım onu kırk yıllık dostluğuma dayanarak.
1982 yılında, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesinin en üst katındaki İngiliz Filolojisinin koridorunda
tanıştım onunla. Neşeli, nazik, zeki, yetenekli bir dost ve acımasız bir
eleştirmen kazanmıştım. Hocalarımız yoklama yapmadıklarından oldukça az sayıda
öğrenci derslere giriyordu. Okula gelenler daha çok, Laleli ve Beyazıt
civarındaki kahvelerde derin sohbetleri, iskambil oyunlarını tercih ediyordu.
Kuzu adlı kahvemize (sanki bir sokak yukarıdaki Kurt kahvesine tazminle) daha
çok solcu öğrenciler ve bir adet müzmin at yarışçısı abimiz geliyordu. Kuzu,
1983’te boşaltılan ve otele dönüştürülen Türk Hava Kurumu’nun tarihi binasının
zemin katındaydı ve yer üstündeki tek kahveydi anımsadığım kadarıyla, ötekiler
irili ufaklı bodrumlardaydı. Kuzu’dan yarı bodrum Köşem kahvesine geçmek
zorunda kaldığımızda kahvenin eski müdavimlerini püskürtmek pek zor olmamıştı
çaycımız Yakup’un da yardımlarıyla. Üniversite yıllarında yoğun bir şekilde
çalışmak zorunda olduğundan Kemal nadiren uğrardı yanımıza ve hararetli
söyleşilerimizi neşeyle domine ederdi. Mezun olduktan sonra Adam Sanat dergisi
Genel Yayın Yönetmeni Memet Fuat’a şiirlerimi götüren oydu. Kemal kendi
çevirilerini ve eleştiri yazılarını o dergide çoktan yayınlamaya başlamıştı.
90’lı yıllarda bir yandan rehberlik yapıyor bir yandan da çeviri yapıyordu.
Adam ve Can Yayınlarından Bowra, Pavese ve Eco çevirileri o yıllarda bir biri
ardına yayınlanmaya başlamıştı. Umberto Eco Türkiye’ye geldiğinde mihmandarı
Kemal’di.
Fırsat buldukça sabahlara kadar
sohbet ederdik, genellikle evde ya da Taksim Sanat Evinde. Bu uzun söyleşilerde
genellikle ben sorgulanırdım. Kıyasıya. Ben kimdim, şiirim hangi geleneğe
eklemleniyordu, neden şiir yazıyordum… Bir göğe sığdıramıyordu şiirimi, bir
yerin dibine sokuyordu beni: neden Latince bilmiyordum, neden aruz kalıplarını
öğrenemiyordum, neden… Genellikle kendi şeytanlarının avukatıydı. İnanmasa bile
olmazın olmazı bir düşünceyi sonuna kadar savunur, tartışmaya hem neşe hem de
derinlik katardı. Samimiyetine, sevgisine güvendiğimden ne üzülürdüm ne
kırılırdım ona. Şiirle ilgili konularda zaten genellikle haklıydı ve beklentisi
okudukları ve çevirdikleri sayesinde çok yükseklerdeydi.
Kemal ve üniversite yıllarından
arkadaşlarımız Ercan ve Özgen Kalaycı’yla birlikte Çakraz’a, birkaç günlük bir
geziye çıkmıştık. Daha Bostancı’ya gelmeden bu seyahatin ne kadar eğlenceli
geçeceği belli olmuştu, çünkü Kemal yolda gördüğü bütün tabelaları ve reklam
panolarını İtalyancaya, Almancaya, Fransızcaya, İngilizceye (belki İspanyolcaya
da) çevirmeye başlamış ve uzun yalvarmalarımızdan sonra susabilmişti. Türkçeye
çeviri yaparken sıklıkla o metin ya da şiir bu dillere daha önce çevrilmişse
onları da önüne açar, başka çevirmenlerin çözümlerini inceler ve Türkçeye öyle
çevirirdi. Ne büyük bir avantaj, değil mi? Çakraz’a vardığımızda mütevazı
otelimize yerleştik ve bu küçük koyun etrafında ilk gezintimize çıktık. Sağ
tarafımızda minik bir dere, denize dökülmezden önce, tahta bir köprücüğü
sırtlanmıştı. Köprüyü geçer geçmez şirin bir çay bahçesi bizi bekliyordu.
Derenin kenarlarında, yeşil sazlar arasında kurbağaları ilk gördüğümüzde ah ne
kadar tatlılar diye düşünmüştük, ortam masallardaki gibiydi ama gece kurbağa
cennetinden gelen büyük koro vıraklamaları uykuyu haram etti. Yorgunluktan ve
uykusuzluktan ben saat kaçta sızdım bilemiyorum ama sabahın ilk ışıkları henüz
koyumuza ulaşmadan uyandım yine. Kurbağa korosu coşmuş, müezzinin metalik
sesiyle yarışıyordu. Çaresiz kalktım. Yanımdaki yatak boştu. Kemal de
uyuyamamıştı, anlaşılan. İyisi mi gidip Kemal’i bulayım, belki çay bahçesinde
bize çay falan verir birileri diye düşündüm. Alacakaranlıkta ilerlerken Kemal’i
o tahta köprünün üzerinde kurbağalarla sakin sakin konuşurken buldum. Tüm
nezaketiyle onları susmaya ikna etmeye çalışıyordu. "Çocuklar” diyordu, "valla
bu dünyada bu kadar bağıracak bir şey yok…” benim kahkahama bir an sustular
kurbağalar, sadece bir an. Çaylarımızı yudumlarken Kemal, Quasimodo’nun bir
şiirini İtalyanca söylüyor sonra Türkçeye çevirirken bana açıklamalarda
bulunup, aklımda kalan kadarıyla şöyle sorular soruyordu. "Bak” diyordu,
"İtalyanca üç dizelik şiirde şu sözcük aslında bugün pek kullanılmıyor… bu
sözcükse şu anlama geliyor ama tam o da değil… şurada toprak diyor aslında ama
daha geniş anlamda dünya da olabilir evren de…” ben de aklıma gelen seçenekleri
söylüyordum: "madem ortaçağ İtalyancasını andırıyor o halde Yunus gibi
söyleyelim şiiri…” Gün iyice aydınlandığında ortaya şöyle bir şiir çıktı:
Apansız Çöker Gece
Her ben yalnızdır yeryüzünün gönlünde
bir güneş ışını geçer içinden
ve apansız çöker gece.
Aynı şiiri Egemen Berköz, İyi
Şeyler’den çıkan Gün Gün Üstüne’de şöyle çevirmiş:
Ve Birden Akşam
Uçsuz bucaksız toprak, yapyalnız adam
tepeden tırnağa güneş
ve birden akşam.
İnternette arama yaparken rastladığım
başka bir çeviri de Laura Rotta’dan:
Akşam Oluverir
Her birimiz bir güneş ışını
yaralamış gibi dururuz
tek başımıza evrenin yüreğinde
akşam oluverir.
Neden Salvatore Quasimodo’dan daha
çok şiir çevirmedi Kemal bilmem, bu hermetik şiir akımının ağır topu, çevirdiği
başka şairlere, yazarlara, filozoflara kıyasla kolay sayılabilirdi oysa ama
Kemal’in kolaycılıkla arası hiçbir zaman iyi olmadı.
Pavese’yi ve anlatı şiirini tanımamı
sağlayan Kemal’in Kavram Yayınlarından 1995’te çıkan çevirisiydi.
Ölümün bir bakışı vardır herkese.
Ölüm gelecek ve gözleri gözlerin
olacak
Bir kötü alışkanlığı bırakmak gibi
olacak
aynada ölü bir yüzün
belirdiğini görmek gibi
kapalı bir dudağı dinlemek gibi.
İneceğiz suskun dipsiz bir çukura,
dizeleri mıh gibi çakılmıştı beynime.
2008’de YKY’den çıkan Cesare Pavese –
Şiirler kitabının önsözünde şöyle yazmış Kemal: "… bu çeviri, daha önce
yayımladığım Cesare Pavese: Bütün
Şiirlerinden Seçmeler (İstanbul: Kavram, 1995) çevirisindeki çeşitli
hataları düzeltme olanağını verdi bana. Bugün baktığımda, o dönemde Pavese
şiiri çevirmeye (son derece zor bir uğraş) tam anlamıyla hazır olmadığımı
görüyorum; umarım bu çeviri, Pavese'nin ve okurun gözünde ‘gençlik yanılgım’ın
bağışlanması için de bir vesile olur…” ve aynı dizeleri şöyle çevirmiş bu kez:
Ölümün bir bakışı var herkese.
Ölüm gelecek ve gözleri gözlerin
olacak.
Kötü bir alışkanlığı bırakmak gibi
olacak,
görmek gibi aynada
yeniden belirdiğini ölü bir yüzün,
dinlemek gibi kapalı bir dudağı.
İneceğiz burgaca, suskun.
Bildiğimiz kadarıyla bizzat
kendisinin yazdığı ve yayımladığı şiir, roman, öykü gibi kurmaca bir yapıtı
yok. Bu denli duru ve yaratıcı çevirileri olan biri için pek alışıldık değil
aslında. Büyük olasılıkla şaire, yazara ve has edebiyata saygısından ve takıntı
düzeyindeki mükemmelciliği nedeniyle denemiyordu bile. Denediyse de bana
göstermedi hiçbirini.
Zamansız ölümlerin ardından
tekrarladığımız o meşum sözcük acıtıyor yine dilimi: keşke kurmaca da
yazsaymış, keşke daha çok görüşebilseymişiz, keşke…
Validebağ, Kasım 2022