Sevemedin Mi Berke?

Seni gördüm. Yürüyordun. Çam kokuları içinde, arasında zakkumların. Denizden yukarı. Yalnız değildin, kimdi bilmem yanındaki, bakmadım ona. Sana baktım sadece. Görmedin beni, yanımdan geçip gittin, belki de görmek istemedin. O an diyecektim; kolunu tutup çekiştirecektim belki, omuzlarını kavrayıp sarsacaktım seni. Derdim ne derseniz söyleyeyim, aşk tabii ki. Yaşamda aşktan büyük mesele yoktur. Çabuk geçer ama herkesin başına en az bir kez gelir. Grip gibi. Basit bir hastalık gibi gelse de kulağa, en öldürücüsüdür. Mortalitesi en yüksek.

Çam iğneleriyle kaplı toprak yol. Bitiminde denizin kımıltısız uzanışı. Bazen pırpırlanır. Dalgalandığını görmedim hiç. Önceleri, çok çok eskiden, babamlar gençken ve gemilerin yanaştığı iskeleden denize giriliyorken, adam boyunu aşan dalgalar vururmuş kumlara. "İşte seni de o dalgalar getirdi,” der bazen annem. Babamla birbirlerine bakıp gülüşürler. Küçükken, buna inanmak gururumu okşardı. Suyu severdim ve denizin kızı olmak düşüncesi damağımda masalsı bir tortu bırakırdı. Sonra, sanırım Berke’nin çamlıkların arasından bisikletiyle üzerime geldiği gün, karnımda küçük bir mendil buruldu. O mendili ne zaman yuttum bilmiyorum ama vardı ve biri onu suyunu iyice çıkartmak ister gibi sıkıyordu. Ondan sonra anladım. Deniz, kum ve dalgalar birer ironiydi ama çözmek istemedim. Kim, var olma ihtimalinin hiçlikten çıkıp annesinin sıcak rahminde şekillenmeye başladığı ânı öğrenmek ister ki?

Oradaydın yine. Denize mi iniyordun? Belki de İspanyol’un çay bahçesine? Bu adam, İspanyol, gümrüğe girip çıkan gemilerden birine sızıp taa İspanya’ya dek gitmiş vaktinde. Yakalanınca uçağa koyup gerisin geri göndermişler. Pişkin pişkin gülüp anlatır yıllardır kasabanın her yeni yüzüne. Sarsacaktım seni, işte böyle omuzlarından tutup. Sen şaşkınlıkla bakarken yüzüme, korkmuş belki, soracaktım, "Sevemedin mi?” diyecektim, "Sevemedin mi Berke?”

O zaman, bir sincap geçmezse mesela önümüzden ya da bir kozalak düşmezse eğer hemen ayaklarının dibine, cevap vermen gerekecekti, niye sevmediğini beni, söylemen.

Ya da şöyle de bir ihtimal var ki, hayal belki, hatta hülya, kim bilir o zaman sen, geçen gün çamlık sinemasında izlediğim filmdeki gibi çenemi iki elinin avuçları arasına alıp bana doğru eğilecek aslında benden uzun olmadığından eğilmene gerek kalmayacak ve öylece, su içer gibi avuçladığın yüzüme gömüp bakışlarını, "Sevemediğim doğru değil,” diyecektin.

O an, yolun aşağısından, deniz tarafından kırmızı kasalı bir kamyonet gelecek, arkasında tozdan bir bulut büyüyecek ve ben senin yola doğru dönmeni fırsat bilip yüzümü ellerinin arasından kurtarıp koşacak, az önceki atik sincap gibi çamların arasında kaybolacaktım.

Bakacaktın ardımdan. Ağzının sol kıyısı yanağına doğru kıvrılırken gülümseyecektin yamukça. Peşimden gelmeyecektin ama. Nasılsa yarın akşamüzeri iskelede ya da ikindide İçmeler’de olacağımı bildiğinden, söyleyeceklerini o zamana saklayacak, çam iğnelerini ayakkabılarının altında çıtırdatarak, bisküvi kırar gibi çocukça bir zevke kapılıp yürüyecektin.

Bunların hiçbiri olmayacak. Seni görmelerim sana bakmadan yanından geçmelerle son bulacak ve ben bir gece çamlığın bitimindeki trafo binasının duvarına çirkin yeşil bir boyayla "Sevemedin mi Berke?” diye yazıp sonuna kocaman gereksiz bir soru işareti koyacağım. Sevemediğini biliyorum. O da biliyor. Ertesi sabah, son yaz güneşinde bebeğini gezdiren o kadın, trafodaki yazıyı gören, durup bakan, okuduktan sonra hüzünlü bir gülümsemeyi emen. Bebeği pusetinde mıkırdayınca arabayı itip yürümeye devam edecek ama aklı bende kalacak, sende belki, senin sevemeyişinde. Uyuyan kızına bakacak sonra eğilip usuldan. Uzun kirpiklerinin yanaklarına değişine, dudaklarının doymuş kıvrımlarına, yanaklarının toparlaklığına. Bir gün, o kirpiklerin arasından acıktığı ya da dizi acıdığı için değil de aşktan doğan yaşların süzülecek olması içini ezecek. Öyle küçük havan taşlarıyla değil hem, koca koca değirmen silindirleriyle ve dönüp Berke’nin "b”sinde, "e” harfinin yuvarlaklığında kıvrılan parmaklarımı düşünüp üzülecek. Bana değil ama, anneme. Annem senin için bunca büküldüğünü bilse kalbimin odalarının, aklımın kıvrımlarının senle bu kadar dolduğunu bilse, karnında şekillenip büyürken beni derisinin üzerinden okşayan o kadın, beni canından geçirecek kadar katlanılmaz bir acıya karşın doğuran, sonra doyuran, sakınan o kadın bilse kim bilir nasıl… Ama ona bir şey yapamaz, Berke’ye. Ben seviyorum diye değil, annesi onu seviyor diye, Berke’yi.

Evine gelince, pusetteki bebeğini usulca kucaklayıp karyolasına yatıracak kadın. Sonra mutfağa girip raftan bakır cezveyi alacak. İçine kahve ve biraz şeker koyup kalacak. Suyu ölçerken aklına yine ben geleceğim çünkü ve sen ve senin beni sevemeyişin. Kahveyi karıştırıp ocağa sürecek sonra cezveyi. Köpürmesini bekler, taşırmamak için imtina ederken mırıldanacak: "Seveydin ne olurdu sanki Berke?” diye belirsiz bir ezgide kendince bir türkü tutturacak. Beni düşünecek şarkısının içinde. Arkadaşları olan, okulda sevilen bir kız. Bukleli saçları var. Yüzü güneş yanığı. Bilekleri ince. Baldırları kalın biraz. Babaannesinin de öyleymiş. Irsi. Bunun dışında, fazlaca zayıf buluyor herkes onu. Mutlu ama o zayıflığından. İlkokulun son sınıfında voleybol oynamış. Yüzmeyi de sevdiğinden omuzları bir kız için biraz fazla geniş. Ya da dur. Hareket etmeyi sevmiyor pek. Kuytusuna çekilip roman okuyor. Ayışığında öpüşen âşıkların olduğu gençlik romanları. Boyu pek uzun değil. Kilolu görünüyor bu yüzden. Parmak arası terlik giymekten nefret ediyor ama yanınca, terliğin ayağının üzerinde bıraktığı izi sevdiğinden denize hep bu terliklerle iniyor. Öteki kızlarla beraber yazdılar yazıyı da. Gruptakilerin hepsinin haberi var Berke’den. Ya da kimse onun Berke’yi sevdiğini bilmiyor.

Kahvesini içerken kapının zili çalacak. Söylene söylene kalkacak koltuktan, "Çocuğu uyandıracak münasebetsiz,” diyecek. Açacak bakacak o, İspanyol. Tedirgin olacak, kapatmak isteyecek kapıyı. Ama bu kadının İspanyol’la ne işi olabilir? Bilmiyorum düşüncelerimin beni buraya niye getirdiğini. İspanyol’un seyrek saçlarını, kırışıklıklar içindeki gözlerini, o gözlerin kovuğunda parlayan sarı ışığın izini, bunları hep ben mi düşündüm? Torununu görmek istediğini söyleyecek adam, "Uyuyor,” diyecek kadın. Onu içeri buyur etmeyince seyrek saçlı başını omuzlarına gömüp elleri cebinde gidecek İspanyol, yenik. Ya da dur, tam gitmek için dönmüşken "Sevemedin mi baba?” diye soracak kadın, adam bir cevap vermek için değil ama öylesine açacak ağzını, yüzüne kapanan kapının rüzgârını yutacak. Ya da kapanmayacak belki kapı. Kadın devam edecek ve "Onun gibi,” diyecek, "sen de mi sevemedin?” "Kimin?” diye soracak İspanyol, kulağının üzerindeki iki üç tutam saçı çekiştirerek.

"Berke’nin.”

"Berke mi?” diyecek sonra, "Hani şu bisikletçide çalışan çocuk. Arada gelir arkadaşlarıyla bana.” Onu duymayacak ama kadın ve kapıyı kapatıp yarım bıraktığı kahvesine dönerken mırıldanacak, "Sevseydin ne olurdu baba?”

Bahçeye dönerken hafif bir rüzgâr çıkacak, üşüyecek adam. "İndirmese meret,” diyecek gökyüzüne bakıp, çamların arasındaki zeytinlere kayacak sonra gözleri. Ardından zakkumlara. İspanyol olmamışken daha, bu yolda beraber yürüdükleri, zakkumların pembesini kulaklarının arkasına sıkıştırdığı o kadın ışıyacak zihninin eski kırık aynalarında. Ne oldu, nereye gitti bilmiyor. Sadece meşhur yolculuğundan henüz dönmüşken, kasaba minibüslerinden birinin basamaklarındayken daha, kucağında bir bebekle meydanda öylece duran ve dik dik onun gözlerinin içine bakan o diğer kadını hatırlıyor. Birkaç yıl sonra bu sefer elinden tuttuğu bir kız çocuğuyla çıktı karşısına. Sormadı hiç İspanyol, eğilip sarıldı kıza. Kadın, çekiştirdi kızı. Çocuk başını sağ yanına yatırıp yürürken bahçedeki zakkumdan bir çiçek koparıp kulağının ardına sıkıştırıverdi adam. Kadın ağzını açacakken sustu. Kız, benzersiz bir hediye almışçasına aydınlanan gözleriyle adamın kalbine baktı.


Bahçe boş olacak döndüğünde. Aksak oğlan ağır ağır gelecek yanına. Adam denizi gören incir altına bir tabure çekip oturacak ve "Orta kahve getir bakem bana,” deyip gönderecek çırağını. Kapanacak gökyüzü, birkaç kere gürleyecek ama yağmayacak, güneş pırıldayacak yine denizin üzerinde. Bahçe dolmaya başlayacak akşama doğru. Denizden dönenler soluklanmak için uğrayacak. Birkaç beyaz gömlekli kafa kafaya verip tartışırken acı kahve buyuracak ve emekliler gazetelerini masaya koyup kalem için ceplerini yoklarken suçlu suçlu İspanyol’a bakacak, "Kalemi unutmuşuz yine, göndersene çayın yanında bir tane.”

Güneşin batmasına yakın gürültüleriyle dolduracak gençler bahçeyi. İspanyol ağırlaşan başını kaldırıp bakacak bıkkınlıkla. Onu görünce içinde bir hafiflik hissedecek. Taburesinden kalkıp serilikle yanlarında bitecek ve tam karşısına geçip gözlerini gözlerine dikerek, "Sevemedin mi a oğlum?” diyecek ona. Berke başını hayrola anlamında sallayacak iki yana, arkadaşları gülüşecek ve İspanyol, gemilerde rüzgâra açtığında göğsünü, içi nasıl temizleniyor, gönlü nasıl ferahlıyorsa öyle bir kalp aydınlığıyla yürüyecek incir altına.

Berke takılıp kalacak İspanyol’un sözlerine. Arkadaşlarından ayrılıp bisikletine atlayacak. Çamlık yolda hızlı hızlı çevirirken pedalları söylenecek, "Bu adam neyin derdine böyle dedi bana?” diyecek. Çamlığın bitiminden sola dönerken sağdaki binaya kayacak gözü, duvardaki yazıyı tam o anda görecek. Bisikletten inip yürüyecek kuru otlar ve çam iğneleri arasında. Parmakları "b”nin kıvrımında yuvarlanıp "e”ye kayacak. Soru işaretinin orantısız büyüklüğünde afallamışken bir ses duyacak: Çam iğnelerinin çıtırtısı. Utanarak dönecek. "Nasıl,” diyeceğim, "güzel yazmış mıyım?” Gülümseyerek sallayacak başını, gözlerinin kuyrukları yanaklarına dek inerken kulağıma doğru uzanacak ve usulca fısıldayacak, "Daha güzeli olamazdı.”

Sonrasını yazana dek düşüneceğim ben, belki kalkıp bir kahve koyacağım kendime ya da havlumu alıp denize ineceğim çamlık yolda yürüye yürüye. İyi ki, diyeceğim denizde sırtüstü uzanmış suyun sesini dinlerken, duvar yazıları, bebekli kadınlar ve İspanyollar var.

Oyuk  Batur Ozan Togay     91
Çıkar Başını  Emin Kaya    91