Dil Hünerine Tutkun Bir Usta
1966 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları’ndan çıkmış İrlanda Tiyatrosunda Gerçekçilik başlıklı kitabın ilk sayfasını şöyle imzalamış Cevat Çapan:
Ayşegül’e
İrlanda neresine düşüyor Türkiye’nin?
Cevat
Cevat Hoca’nın dil hünerine tutkunluğunun ve ince espri anlayışının somut göstergesidir bu sesleniş. Kitabını yazarken Türkler ve İrlandalılar arasında öyle çok benzerlik bulmuş ki, bu iki milleti birbirine akraba edivermiş. Gerçekten de, derste John Millington Synge ve Sean O’Casey’i okuttuğum sonraki yıllar boyunca, ben de, sözü abartılı sıfatlarla çekip uzatan, her söylediğini birkaç kez yineleyen, yüksekten atmaya bayılan, yerli yersiz öfkelenen, kavgacı, keyfine düşkün, içince coşup şarkı çığıran, tembelliğe eğilimli, her şeyden yakınan, ne ki yiğitlik gerektiren zamanlarda kendilerini ateşe atmaktan çekinmeyen İrlandalı insanları bizim insanlarımıza benzetmeden yapamadım.
Hoca’nın kitabının üstünde "doktora tezi” yazıyor. Tez sınavı 30 Aralık 1963’te yapılmış. Jüride profesör hocalarımız Mina Urgan, Gwyn Williams ve A. Vahit Turhan da varmış. Belleğim elli dokuz yıl öncesine, o kasvetli Aralık gününe götürüyor şimdi beni. Birkaç ay sonra diploma alacak kıdemli öğrenciler olarak, hocamıza moral vermek için akşamın geç saatlerine dek İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeyiz. İlk kez bir doktora sınavının kapısında bekliyoruz; meraktan ölüyoruz.
Saatler geçiyor. İçerdekilerden ses soluk yok. Çapan Hoca alı al moru mor dışarı çıktığında, güneş batmış olmalı. Onu kaç yıldır tanıyoruz. Her zaman şakacı, öfkelendiği zaman bile sevimli, alabildiğine sıcakkanlı bir insanı böylesine altüst eden bir sınavın varlığı bizi çok şaşırtıyor. (Şimdi düşünüyorum da, bizden büyük olsa da, otuz yaşını henüz sürmekte olan, gencecik biriymiş karşımızdaki). Onun heyecanlı doktora öğrencisi konumunu yadırgamamız çok doğal çünkü Cevat hocamız o güne dek bize öğrettikleriyle hayranlığımızı kazanmış bir akademisyen. Kültür-sanat alanında yavaş yavaş "adam olma” yoluna girmemizde Cevat Bey’in önemli rol oynadığının bilincindeyiz. (Bu arada, doktora sınavının nasıl sancılı bir deneyim olduğunu yıllar sonra, aynı deneyimden geçerken anlayacağız).
Hazır geçmişe gitmişken, üç yıl daha öncesine, 1960’a dönelim. İkinci sınıftayız. İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne ilk girdiğimizde iki yüz kişiydik. İyice sınanıp silkelendikten sonra ikinci sınıfa geçmeye değer bulunmuş yirmi kişiyiz şimdi. Kendimizi çok beğeniyoruz. Yakında burnumuz sürtülecek, henüz farkında değiliz…
Çeviri dersine daha önce hiç görmediğimiz bir genç adam giriyor. Meğerse İngiltere’den yeni gelmiş. Cambridge mezunuymuş. Bölümün yeni asistanı Çevat Çapan. Cevat Bey, bir dönem önceki çeviri hocamız Mina Urgan’ın yaptığı gibi, önümüze İngilizceye çevirmemiz gereken – Sait Faik’in "Son Kuşlar”ı gibi – bir metin koyacağına, bizimle söyleşmeye başlıyor. Hangi klasik müzik bestecisini sevdiğimizi, en beğendiğimiz yabancı sinema yönetmeninin kim olduğunu merak ediyor. Sorular bilmediğimiz yerlerden geldiği için afallıyoruz. Sonra, klasik müzik sevmeye Beethoven ile başlayıp, bu alanda beğeni kazandıktan sonra Bach’ın müziğinden tat alabileceğimize, adını ilk kez duyduğumuz – ve Cevat Hoca’nın, yalnız sanatına değil, isminin güzelliğine de hayran olduğunu (dillendiriş biçiminden) anladığımız – Michelangelo Antonioni’nin o yılların en vurucu film yönetmenlerinden biri olduğunu öğreniyoruz. Hoca’yı aşırı "entel” ve "ukala” bulanlar daha ilk derste bozuk çalmaya başlasalar da, bir bölümümüz, genel kültür bağlamında ne çok açığımız olduğunu fark ederek, eksiklerimizi tamamlamamız gerektiğini kabulleniyoruz. Dakika bir, gol bir…
Cevat Hoca’nın kültür-sanat eğitimi böyle başladı, dersimiz ise İngiliz metafizik ozanlarından Andrew Marvell’in "Definition of Love” (Aşkın Tanımı) şiirinin ilk dört satırının çeviri ödevi olarak verilmesiyle noktalandı. Zaman geçip de, çevirileri dergilerde yayımlanan öğrencilerini, sevecenlikle gülümseyerek, "üstadım” diye kutsardı hocamız. Bu sesleniş ince bir alay içerse de, espri dozu ağır basar, her duyuşumuzda kıkırdaşırdık.
Sonra, hocamızın en tutkulu uğraşlarından birinin şiir çevirisi yapmak olduğunu öğrendik. Çin’den Peru’ya başlıklı kitapta toplanan ilk çeviri şiirleri 1966’da yayımlandığında biz artık büyümüştük; Cevat Çapan’ın yönlendirmesiyle, bestecileri değerlendirmeyi, öncü nitelikli yabancı sinema yönetmenleri üstüne düşünce üretmeyi, düzgün çeviriler yapmayı iyi kötü becerebilen, aydın olmaya aday kişiler olmuştuk. Önemli bir eğitmenlik eylemiydi bu, çünkü 1960’lı yıllarda, yabancı dildeki kitapların çok az bulunabildiği, pek çok önemli edebiyat yapıtının Türkçeye henüz çevrilmediği, filmlerin yapım tarihinden en az 2-3 yıl sonra sinemalarımıza gelebildiği, fotokopinin, televizyonun, teyp kayıt cihazlarının, kaset, CD ya da disket olanaklarının bulunmadığı, bilgisayarsız ve cep telefonsuz bir dünyada yaşıyorduk.
Çoğunlukla şakacı ve yer yer de alaycı bir kişilik sergilemesine karşın, Cevat Çapan’ın derslerde sunduğu ciddi ve disiplinli tutum bizi yalnızca çeviri uğraşına bağlamakla kalmadı. Onun tiyatro derslerinden edindiğimiz bilgi öyle coşku vericiydi ki, çoğumuz tiyatro meraklısı oluvermiştik. 1960’lı yıllarda İstanbul’daki oyunları en iyi izleyen genç insanlar arasına girmiştik. (Dahası, 1965-66 döneminde New York Üniversitesi’nin Yüksek Lisans programında aldığım tiyatro dersleri hiç de zor gelmemişti).
Okullar bitmiş ama bizim için yaşam biçimi değişmemişti. Şan Sineması’ndaki haftalık konserler, Onat Kutlar’ın kurduğu Sinema-Tek’in gösterimleri, sinemalar, tiyatrolar… Yıldız ve Müşfik Kenter’in hiçbir oyununun kaçırılmadığı, Genco Erkal’ın Aslan Asker Şvayk’la parlayıp Bir Delinin Hatıra Defteri’nin ilk yapımıyla ortalığı salladığı, dahası, sahnelemiş olduğu Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı oyunuyla Gülriz SururiEngin Cezzar Tiyatrosu’nun atak yaptığı, Metin Akpınar’la Zeki Alasya’nın Kabare Tiyatrosu oyunlarıyla dillere destan olduğu dönemdeydik.
Zaman içinde Edebiyat Fakültesi’nin büyülü ortamı yitip gitti. Yaşadığımız kentler, ders verdiğimiz kurumlar değişti. Hocamızın doçentlik aşaması için yazdığı "başucu kitabı” niteliğindeki Değişen Tiyatro (1972) ile profesörlük çalışması kitabı John Whiting: Çağdaş Bir Oyun Yazarı (1975) yayımlandığında, çoğumuz işinde gücünde, kimimiz evli barklı insanlardık artık. Bu çalışmalarına "resmi yayınlarım” diyen Çapan hocamızsa bir yandan şiir çevirisi uğraşını sürdürürken, öte yandan da kendi şiirlerini kotarıyordu. (Vikipedi, ilk şiirinin 1952’de Varlık dergisinde yayımlandığını belirtiyor). Oysa hocamızın öteden beri şiir yazdığını çoğumuz 1980’lerde öğrenmiştik. Şiirlerini ilk kez 1985’te Necatigil Şiir ödülünü alan Dön Güvercin Dön’de toplamıştı. Bu yapıtı izleyen Doğal Tarih’ (1989), Sevda Yaratan (1994) ve günümüze uzanan on dolayındaki şiir kitabıyla edebiyat dünyamızda özgün bir köşe edindi kendine.
Çapan hocamızın renkli kişiliğinin bizlere ulaşan izdüşümleri, daha seyrek görüştüğümüz yıllar içinde bile çoğalarak büyümüştür. Bakarsınız, Ankara’daki bir toplantı sonrasında, beni bir köşeye çekerek, (profesörlük jürimde imzası olmasına karşın) Devlet Tiyatroları’nda oynanmış – kendisinin hiç sevmediği – ünlü bir oyun hakkındaki olumlu eleştiri yazımdan dolayı azarlamaktadır. Sonra bir Shakespeare sempozyumunda, onun, Shakespeare dizelerinin Türkçe söylenişine yakıştırdığı "alaturka şarkılar”la ilgili sunumunu izlersiniz. Cevat Çapan’ın tutkunlukları arasında klasik Türk musikisine, üstelik yalnız "nağme”nin değil, "söz” inceliklerinin de yer aldığını öğrenirsiniz. İstanbul Tiyatro Festivali’nde sunulup yere göğe konamayan yabancı bir Shakespeare ve/ya da Brecht yapımını perde arasında fısıldaşarak yerin dibine geçirmişliğimiz de vardır.
Cevat Çapan dizelerle flört etmeyi en iyi bilenlerdendir. Bu özelliğinin en renkli yansıması, gündelik yaşam içinde olan biteni, söyleneni ve dinleneni, yalnız şarkı/türkü sözleriyle değil, büyük ozanların, özellikle de Shakespeare’in dizeleriyle örtüştürme ustalığında görülür. İngiliz dilinde şiir yazmış ünlü bir ozanın, özellikle de Shakespeare’in dizelerini, ya o sırada sözü geçtiği için, ya sıkıcı bir konuyu değiştirmek, ya da – yalnızca – içinde bulunduğu ortamı güzele boyamak için dillendirivermesi, öyle sanıyorum ki varoluşunu bizimkilerden çok farklı bir kumaştan dokumuş olmasıyla açıklanabilir.
Oysa, 1960’ta başlayarak günümüze uzanan akademik kariyeri boyunca çeşitli üniversitelerde bini aşkın öğrenci yetiştirmiş, bölüm kurmuş, uzun yıllar dekanlık yapmış bir akademisyen, ünlü bir çevirmen ve gözde bir şair olmasına karşın, "bizden biri” olmaktan hiç vazgeçmemiştir. Şiir söyleminin inceliklerini böylesine içselleştirmiş bir sanat insanının yaşama biçiminin de farklı olması beklenirken, Cevat Çapan’ın temel özelliklerinden biri, konuşurken ya da yazarken hiçbir zaman "anlaşılmayacak düzeyde karmaşık” anlatımlara başvurmayışı, bir başka deyişle, yalınlıktan hiçbir zaman uzaklaşmamış olmasıdır. Onun sohbetine bu nedenle doyum olmaz. Doksanına merdiven dayamış anlı şanlı bir profesörün, arada bir doğduğu yer olan Darıca’daki çocukluk arkadaşlarıyla buluşup söyleşmesi işte bu nedenle doğaldır. Yaşamdaki başarısının sırrı belki de "incelik” ile "yalınlık” arasında güler yüzle kurduğu dengededir. 2008’de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü’nün kuruluşu’nun 50. yılı ve bölümün ilk asistanı Sevda Şener hocamızın 80. yaşı üç gün süren bir sempozyum ile kutlanmıştı. Sempozyumun en renkli konuşmacısı olan Cevat Çapan’ın "incelikli espri”lerinin çok zarif bir örneği olan son cümlesi orada bulunanların belleğine kazınmıştır: "Tiyatro Bölümü’nün 80., Sevda Şener’in 50. yaşını kutlarım.”
Cevat Çapan’ın şiir evreninde ise "yaşama sevinci” ile "hüzün” el eledir. Geçmişin güzellikleri, doğanın gizemi, tutkulu yolculuklar, ayrılıklar, özlemi duyulan her şey dizelere sindirilmiştir. Okurlarla paylaşılan "duyarlıklar zenginliği”ne, kendi çevirdiği şiirler ile son zamanlara dek Cumhuriyet’in Kitap Eki’nin Şiir Atlası köşesinde çıkmış – başka çevirmenlerden derlediği – yüzlerce şiir de eklenince, Çapan Hoca’nın nasıl sonsuz bir deryaya yelken açtığı rahatça gözlemlenebilir. En az 70 yıl boyunca, çevrilmeye değer onca şiire ulaşmak için binlerce şiir okumuş olmalı…
Cevat Çapan, acıyı da mutluluğu da dil hüneriyle tatlandıran, vazgeçilmezi olan "söz hınzırlıkları”na durmadan yenilerini ekleyen, "dili güzel kılma” yoluna baş koymuş bir ustadır. Dil kirlenmesinin tavan yaptığı bir ortamda "doğru ve etkili Türkçe” maratoncusudur. Cevat Çapan’ın "usta” kimliğinin en önemli kaynağı, kullandığı dil aracılığıyla Anadolu kültürünü soluklandırmayı bilmesidir. Bu nedenle, gördüğü eğitim ve uğrunda yılları tükettiği çeviri uğraşıyla evrensel kültürden yoğunlukla beslenmiş olmasına karşın, ürünlerinde hep "kendine özgü” kalabilmiştir. Bilgeliği alçakgönüllülükle gizleme sanatına ermiştir…
Güzelliklerle yaşasın!