Kaybolmanın Romanı:

Derinde Bir Yer (2020) Ahmet İlhan’nın ikinci romanı. Edebiyatın farklı dallarında ürünler veren İlhan’ın, daha önce Renkli Gölgeler adıyla bir romanı (2016), Yağmalanmış Bir Göçün Ardı adıyla bir şiir kitabı (2016) ve bu ikinci romanıyla birlikte Defakto Kanon Miti Olarak Ahmed Arif başlıklı inceleme kitabı (2020) yayımlanmıştı. Yazarın, çeşitli dergilerde felsefi ve sanatsal içerikli deneme ve yazıları da yayımlandı.

"Asıl rahatsızlık duyduğumuz şeyin varlığımız, ruhumuz olduğunu anladığımızda, dışımızda kalanları geride bırakıp kaybolmanın da bir işe yaramayacağını zamanla öğreniyoruz” (s. 8). Romanın ilk sayfalarında yer alan bu iç monolog, baş karakterimiz Mahir’in ruhsal gerçekliğinin gözüyle kurgulanmış bir yaşam yolculuğuna çıkacağımızın habercisi gibi. Roman, bazen Mahir tarafından, bazen olanı biteni âdeta Mahir’in gözüyle gören üçüncü kişi tarafından anlatılmakta. Anılar, gündelik yaşamın ayrıntıları, düşlemler, düşler, felsefik, psikolojik ve sosyolojik analizlerden oluşan iç monologlar, romanda sık sık karşımıza çıkmakta. Anlatının kapsamına giren yaşam olayları İstanbul’da geçmekte. Roman boyunca, romanın güncel zamanının dışında, Mahir ile arkadaşı Yusuf’un tanışmasına denk düşen iki yıl öncesine, Mahir’in bütün düzenini bırakıp sokaklarda yaşamaya başladığı yedi-sekiz yıl öncesine, Ankara’da geçen üniversite yıllarına, Kırşehir’de anne-babasıyla geçen çocukluk yıllarına da yolculuk yapıyoruz.

Roman, Mahir’in sokaklarda yaşarken tanıştığı Yusuf’un yardımıyla, pek de inanmadığı bir hayatı, yeniden kurma çabası içinde geçen, özellikle son iki yılın ve çok daha eski yılların hatırlanmasıyla başlıyor. Ailesi Maraş’dan Kırşehir’e göçmüştür. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları Kırşehir’de geçen Mahir, üniversiteyi Ankara’da mimarlık bölümünde okumuştur. Annesi, ömrü sıkıntılarla geçmiş, içe kapanık, eşinden sevgi görmemiş, tek yaşam sevinci oğlu Mahir olan Meykirli Nazife Hanım’dır. Babası Elbistanlı Raif ise Mahir’in ruh dünyasında kötücül biri olarak yer etmiştir. Üniversite yıllarından sonra başarılı bir mimar olarak büyük bir holdingde çalışmaya başlar. Konforlu bir hayatı vardır artık. Bedensel keyfin ve maddi yaşamın kısır dünyasında zamanla canlılığını ve arzularını yitirir; varlığının sınırlarının kaybolmuş olduğunu hissetmektedir. Bu ruh haliyle her şeyi bırakıp sokaklarda yaşamaya başlayan Mahir, evi sokaklar olan insanların arasında, her türlü bağdan uzak bir yaşam kursa da kendine, dış dünyanın acı gerçeklerine tanık olmaktan kaçamaz. Daha sonra, sokaklarda tanıştığı Yusuf sayesinde, tekrar kurallarla çevrili kültürün dünyasına girer, yeniden çalışmaya başlar. Yusuf ’un yakın arkadaşları Tezer ve Mazlum ile tanışması, hayatında yeni bir dönemin başlangıcı olur. Tezer ile sevgilidirler artık, Tarlabaşı’ndaki evinde yalnız yaşamı bitmiştir. Yusuf, Tezer ve Mazlum geçmiş travmaları olsa da mutlu, hayatla barışık, insanları, doğayı seven, duyarlı, iyiliğin vücut bulmuş halleriyle, Mahir’in yalnız ve mutsuz dünyasına yeniden canlılık ve umut katarlar. Ama dışarısı, dış gerçeklik, dünya âdeta savaş alanı gibidir, tekinsiz, tehlikeli ve acımasız: "Karamsarlık, öfke, ötekileştirme, güvensizlik kol geziyordu. Üstelik sürekli tırmandırılan bir şiddet ortamı, kışkırtılan kör bir öfke, her türden haksızlık ve adaletsizlik insanların duygu ve düşünce dünyasını altüst etmişti” (s. 63-64). "Herkesin sürekli tetikte olduğu, kimsenin dikkatlice bir başkasının gözlerinin içine bakamadığı yıllardı” (s. 86).

*

Genel açıdan bakarsak, Derinde Bir Yer, Mahir’in travmalar karşısında bastırılmış, yok sayılmış, bölünmüş ruhsal dünyasının bazen dağılmasının, bazen toparlanma çabalarının anlatıldığı psikoloji ağırlıklı bir roman. Romanın merkezinde, Mahir’in ruhsal gerçekliği, yani fazlasıyla öznel ve derinde olan yer alırken, bu merkezin hemen dışındaki halkada, gerçekçi bir dille hatta natüralist diyebileceğimiz bir dille yansıtılmış olan, 2009-2016 yıllarının Türkiyesi’nin ağır travmatik olayları yer almakta: İstanbul’da kadın işçileri taşıyan minübüsün sele kapılması olayı, HES yapılmasına karşı protesto yürüyüşü sırasında kalp krizi geçiren Metin Lokumcu olayı, Ankara Gar katliamı, Atatürk Havalimanı canlı bomba saldırısı, İstiklal Caddesi’ndeki turist kafilesi içinde patlayan canlı bomba saldırısı... Anlatılanların gerçek olayların etrafında dönüyor olması, belli bir zaman dilimini kapsaması, dönem romanı özelliği de katmaktadır Derinde Bir Yer’e. Travmatik olayların dışında LGBT sorunları, göçmenlerin dramı, doğa katliamı, sokakta yaşayanlar, yoksullar, açlar gibi pek çok can acıtan toplumsal sorunlarla çevrilidir Mahir’in dış dünyası; iç dünyasında ise ruhunun iyileşmeyen sızısı, hatırası hep canlı olan annesinin mutsuzluğu, babasının acımasızlığı... Psikanalist Sverr Varvin, "İnsanların travması yoktur; travmaya maruz kaldıktan sonra harekete geçen, zihinsel olarak hayattta kalma yolları olan ancak büyük acılar yaratan süreçler vardır.” diyor (Psikanaliz Yazıları, 34. Sayı, s. 159). Ahmet İlhan da, travmalar karşısında kaybolmak dışında çare bulamayan Mahir’in hayatını anlatır romanında; bu, hem her şeyi bırakıp karanlık sokaklarda kaybolma hem de bir çeşit deliliğe kapı açan ruhsal bir kaybolmadır.

Refahı, konforu ve zenginliği bırakıp farklı bir hayata kaçış eğilimi geçmişin kimi romanlarında da karşımıza çıkar. Tolstoy’un Diriliş romanında, sahip olduğu tüm zenginlik ve şatafatı bırakıp dönemin alt sınıfı sayılan köylülerin arasına inen Prens Nehlidov, geçmişte yaşadığı bir olayın tekrar karşısına çıkmasından sonra, vicdani bir uyanışla, yaşam tarzını sorgulayıp değiştirmiştir. Derinde Bir Yer’de ise seçimden öte bir durum vardır; bilinçli bir karar süreci yoktur, zorunluluk gibidir kaçış, bilinçdışının hükmü geçerlidir artık, psikotik bir dağılma, bir delilik halidir yaşanan. Jack London’ın Uçurum İnsanları kitabı ise yazarın kılık değiştirerek, Londra’nın doğu yakasının sefalet içinde yaşayan, açlıkla cebelleşen insanları ile birlikte iki ayını geçirmesinin hikâyesidir, somut yaşantıların roman tadında aktarımıdır. Derinde Bir Yer’de sokaklardaki, özellikle Tarlabaşı civarındaki insanların yaşamının, kiriyle, kokusuyla, çöplüğüyle aktarılması, Uçurum İnsanları’ndaki dünyayı anımsatmaktadır. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanının baş karakteri Turgut Özben de, Mahir gibi, konforlu ama "küçük burjuva” eğilimlerin kısır kıskacındaki hayatını sorgulamaya başlar; bu hayatın içinde kaybolan varlığının mutsuzluğuna çarpar. Mahir romanın başında her şeyi arkasında bırakıp giderken, Turgut Özben bunu Mahir’den farklı olarak romanın sonunda yapar. Kimi teknik farklar da var: Derinde Bir Yer, ağırlıklı olarak iç monologların kullanıldığı, süreci izleyen bir romanken, "bilinç akışı” yöntemiyle yazılmış Tutunamayanlar şiir, mektup, rüya, biyografi, ansiklopedik bilgi gibi öğeleri kopuk bağlama yöntemiyle bir araya getirir. Son olarak, benzer tematiğin en çok bilinen yazarı olan Kafka’yı anımsayalım. Kafka’nın eserlerinde, insanların "yasa” karşısındaki derin kastrasyonu (Babaya Mektup’ta açık olarak dile getirildiği gibi), "baba”nın söz söyleme hakkı bile tanımayan, varlık alanı bırakmayan özellikleri ile açıklanır. Mahir’in de babasının benzer özellikleri vardır ama annesinin özellikleri oldukça farklıdır: Kafka, Babaya Mektup’ta annesine "Avcının önüne avı atan sendin anne!” diye seslenir. Oysa Derinde Bir Yer’de baba karşısında çocuğunu yalnız bırakmayan bir anne vardır. Mahir’in annesi gizli bir işbirliği içindedir çocuğuyla; "yasa”yı yok sayarcasına bir ilişkidir bu.

*

Bireysel olanın, yani en derinde olanın, tutarlı bir ruhsal analiz eşliğinde ve akıcı bir dille anlatıldığı, karakterlerin, halka halka aile, arkadaş, çevre bağlamları içinde sağlam bir örüntü içinde verildiği Derinde Bir Yer, akılda kalıcı, düşündüren, okuru kendi iç yolculuğuna çıkaran bir roman.

PSİKODİNAMİK BİR OKUMA

"Psikanalistin özgünlüğü gün yüzüne çıkmış olan duygunun arkasında olan, hastanın bugün hissetmediği fakat geçmişte hissetmiş olduğu travmatik duyguyu hissetmekle ilgilidir” (Evet, Psikanaliz İyileştirir, J.-D Nasio, Yakın Yayınları, 2019, s. 22). Psikodinamik yoruma bu alıntıyla başlamamın nedeni elbette ne bu eseri ne romanın karakterlerini ne de yazarı Freud’un meşhur divanına yatırmak. Amacım yazarın en derinde olanı görme yetisi ve anlatımındaki ustalıktan yararlanarak "insana dair” öğrenebileceklerimizin sınırını genişletmek için iki farklı disiplini, edebiyat ve psikodinamik bakışı buluşturmak. Yaratıcı sanatçının eseriyle sunduğu derin yaşamsal dilin kapsamı, psikodinamik dilin kapsamından çok daha ötelere taşımaktadır bizi; üstelik sanatçı bunu estetik bir zevk yaşatarak yapmaktadır; Derinde Bir Yer’in de bu açıdan oldukça zengin bir içeriğe sahip olduğunu görmekteyiz.

Romanda psikodinamik olarak benim için dikkat çekici en önemli noktalardan biri, anne ve babanın kişilik özellikleri, Mahir’in onlara dair hatıraları, düşünceleri, imgeleri, hatta imagolarının oldukça ayrıntılı ve analitik bir dille verilmiş olması. Daha çok erişkin süreçte kendini gösteren kişilik farklılıkları ve bazı psikiyatrik hastalıklar köklerini ilk ilişkilerin yaşanma biçiminden alır. Yazarın, Mahir’in hayatla, insanlarla, kendi kendisiyle ilişkisindeki sorunlarını anlatırken, çocukluğa, anne ve babanın kişilik özelliklerine gitmesi, Mahir’in geçmiş ilişkileri şimdiki ruh halinin bir şekilde sorumlusu yapması psikodinamik bakışla oldukça örtüşmektedir. Bir başka dikkat çekici yan da Mahir’in depresyondan psikoz sınırına kadar uzanan ruh hallerinin ve varlığı ayakta tutmak adına kullanılan savunmalar olan bölme, manik tepki, düşlem, düşünselleştirmenin tutarlı bir örüntü içinde, ayrıntılı ve analitik bir dille yazılmış olması. Psikodinamik açıdan bütün bunlara daha yakından bakmaya çalışacağım.

Babanın Adı

Mahir, Yusuf’un babasıyla, biyolojik bağdan önce geldiğini düşündüğü, birbirini anlamış iki insan ilişkisine sahip olmalarına gıptayla bakmaktadır; oysa kendi babası için biyolojik bağa sahip olmak baba olmak için yeterlidir. Mahir’e göre babası, Elbistanlı Raif’in bütün arzuları, bir zamanlar tutku duyduğu bir imgede donup kalmıştır: Değişmeyen alışkanlıkları, tekrarları, sabit olana tapması... Annesinin yaşamını kısırlaştıran, ailesinin hiçbir arzusunu yerine getirmemiş, kendi keyfine göre bir hayat yaşamıştır babası: "Keyfin mülkiyeti ve tekeli de babasındaydı. Duyguların dizginleri babanın elindeydi; sevinilecek, üzülecek, şenlenecek, hüzünlenecek anlara o karar verirdi.” (s. 97).

Romanda hiçbir karakter soyadıyla anılmamakta. Soyadı, soyun adı, bir soya, tarihe, geçmişe ait olmanın simgesi, kültüre ait olmanın imleyenidir; diğer insanlardan ayırt edilebilmeyi sağlar, kişiye resmiyet kazandırır; daha da önemlisi babadan gelen, babaya ait olan, babasal olanın, babasal işlevin adıdır. Babasal işlev, simgesel bir işlevdir. Anneyle ilksel ilişkinin anlam yüküyle dolu imgesel ilişkiye sınır koyan babasal işlevdir. Babasal işlev, varlığın sınırını belirler, toplumun içine doğru bir yer açar. Elbistanlı Raif ile ilişkisinde babasal işlevin eksikliği Mahir’in hayat karşısındaki her eksikliğinde önüne çıkar. Aslında "kötücül” olduğu için babaya verilemeyen, rededilen bir işlevdir bu. Sıkıyönetim halinin hüküm sürdüğü ev ortamında geçen çocukluk yıllarının babası, Mahir için özdeşleşmeyi önleyecek düzeyde bencildir. Mahir’in babasının "kötücül” olarak kodlanmasına yol açan aslında kimin bakışıdır? Lacan’nın deyişiyle "babanın adı”nı çocuğa işaret eden, yani babasal işlevi görünür kılan annedir; annenin, babanın yasasını tanıması, kültürün simgesi olan babasal işlevi işaret etmesi, çocuğuyla arasına kültürel sınırı koyması, arzu alanı olarak bebeği dışında da başka bir alanın var olduğunu göstermesi gerekir. Bu süreç yaşanmazsa, yani anne aracılığıyla "babanın adı” araya girmezse çocuk simgesel düzene, kültüre giremez; annesel olana yani imgesel düzene takılı kalır.

Annenin Aynası

Annenin bebeği ile kurduğu ilksel yoğun ilişki, bebek için "tümgüçlülüğü” içinde barındıran, ben ve ilk öteki olan annenin iç içe geçtiği cennnetvari bir dünyadır. Sonraki gelişimsel evre, annenin de tabi olduğu yasaya geçiş aslında travmatik bir süreçtir ama Lacan’a göre insan olmanın, kültüre girmenin, simgesel düzende bir ad sahibi olmanın tek koşuludur. Mahir’in annesi, Meykirli Nazife, aslında fazlasıyla babanın kurallarına tabi davransa da bunu gönüllü değil, evde esen sıkıyönetim ortamının baskısıyla yapmaktadır. Meykirli Nazife’nin bakışları çok uzaklara, kendi derinlerinde bir yerlere, geçmiş travmasına takılı kalmıştır. Sesiz, mutsuzdur; dış dünyada oğlu dışında bir yaşam kaynağı yoktur; Mahir’e yarışacağı arzu alanı yaratamamıştır. Annesinin yüzündeki hüznü ve içine gömülmüş halini Mahir "Hayatın çaresiz, çözümsüz acımasızlığına dair derin inancıydı bu duruma sebep.” (s. 91) şeklinde açıklar. Mahir’in kendini gördüğü ilk aynası olan Meykirli Nazife’nin hüznü, ömür boyu yanında taşıyacağı varlığının canlanamayan, anlamın çabuk tükendiği, coşkunun hızla söndüğü, kırık dökük bir kendilik algısına yol açacaktır: "Yeni-farklı olan, içinde ölmeye başlayan canlılığı, tutkuyu, arzuyu diriltmesine yarayacak bir sesi, sözcüğü, duyguyu bulmaya çalışıyordu” (s. 67). "Sürekli yarım kalan bir eylem, arada ayaküstü gerçekleşen bir şey, ifadeye dönüşemeyen kırık-dökük sözcükler gibiyim” (s. 95).

Mahir’in hayatı, ilk "ayna”daki, annesindeki kendine ait işareti, yani canlı, bütünlüklü bir varlık olmanın izlerini aramakla geçer: "Bu şekillerde, bütüncül bir anlam bulmaya ya da kurmaya çalışıyorum... Arada tanıdık bir görüntü, bir iz yakaladıkça rahatlıyorum... Soğuk, yabancı bir ses dişlerimin arasından sızarak zemine akıyor: – Biz, kimin gözleriyle birbirimize bakıyoruz bilmiyorum!” (s. 16). "– Niçin izliyorsun insanların yüzlerini, ne arıyorsun onlarda? – Beni işaret eden şeyi arıyorum. – Bitişen, eklemleşen şeylerin içinde mi arıyorsun?

– Hayır, karanlık bir akrabalığın içinde arıyorum!” (s. 18).

Mahir’in hayatında çok az da olsa deneyimlediği huzur, keyif, coşku anları da vardır. Sevgilinin göğsünde bulduğu rahatlık hissi, henüz üçüncünün, babanın araya girmesinden önceki dönemde, anne bedeniyle buluşmanın "tümgüçlü” duygusundan köken alan, mutlak keyif ve mutluluğun ifadesi gibidir: "Anadolu bozkırları kadar geniş, düz; yaz geceleri kadar ılık, yumuşak ama sınırsız bir rahatlık hissi veren bir kadın göğsü...” (s. 161).

Romanın akışında pek çok yerde karşımıza çıkan doğa betimlemeleri de âdeta köklerini sadece görünenden değil çok derinlerde olandan almaktadır. Anne ile ilksel varlığın bileşkesinden oluşan, dünyaya gelişin ilk aylarını içeren, sadece duyulara dayalı zamanlara ait "imago”lar ve "imge”ler Ahmet İlhan’nın şiirsel diliyle okura estetik bir zevk de yaşatmaktadır: "(...) İçimizde hatırlayamadığınız bir zamana ait paslanmış kapalı kapılar vardır. İçinden farkına varmadan, dalgınlıkla, belki gafletle çıkıp bir daha geri dönmeyi akıl edemediğiniz dünyaları saklayan kapılardır bunlar. (...) Gecenin bulutlardan kararan teni ayın yangın kızılı rengiyle açılmaya başladı. Yağmur hafifledi, doğanın gizli eli bulutları göğün terasından silkeledi ve suyunu yeryüzüne savurdu” (s. 32).

Bölerek İyiyi Koruma Çabası

Romandaki olaylar, kişiler ve düşünceler, her türlü olumsuzluktan bölünmüş, salt "iyi”nin tarafından anlatılmakta. Romanın bütününe yayılmış bu tarz, yazarın diline masalsı bir özellik katmakla birlikte karakterlerle yazar arasındaki sınırı belirsiz hale getirmekte, anlatılan her kişiyi tektipleştirmekte, öte yandan da karakterlerin çıkmazlarının merkezi haline gelmektedir. Mahir’in bölünmüş ve birbirinden ayrı tutulan dünya bakışı, hayatla ilişkisinde yaşadığı sorunlarla savaşında bir ihtiyaç gibi karşımıza çıkmakta, iyilerin içinde kötülüğün barınmasına imkân tanımadığı bir varlık savunması haline gelmektedir. Roman boyunca Mahir’in hayatında, düşünce sisteminde, ilişkilerinde karşımıza çıkan bu savunma, yani ya siyahın ya da beyazın tonlarında dolaşma hali, varlığın dağılmasını önlese de iç huzurun oluşmasındaki en büyük engel gibi durmakta: "Ruhumu ikiye yaran bu çatışmadan yorulduğumu hissediyor, çaresiz kalıyorum” (s. 65). "Varlığı ikiye bölünmüş gibiydi. Hırçın bir akışın içinde amansızca kulaç atan biri ile hayat denen bu akışın tümüyle dışında yitik, belirsiz, bağsız ve neredeyse var olmaktan vazgeçmiş biri olmak arasında kalmıştı” (s. 84).

Psikodinamik kuramlardan biri olan Nesne İlişkileri Kuramı bakışına göre, ruhsal gelişimin köklerinin atıldığı yaşamın ilk yılındaki karşıt imleyenlerden oluşan, iyi-kötü nesne diyalektiği sayesinde, dışsal ve içsel olumlu ve olumsuz deneyimler nesneleriyle birlikte ikiye bölünerek yaşantılanır, içselleştirilir; böylelikle "iyi” tüm saflığı ile korunabilir. Edebiyatta daha çok masallardaki "cadılar” ve "prensesler”in dünyasında dil bulur bu dönem. Normal ruhsal gelişim sürecinde yaşanan bölme mekanizması sayesinde bebek, varlığını tehdit edecek olumsuz deneyimin hissedişinden uzak tutabilir kendini. Gri alan yoktur, siyahın da beyazın da konturları keskindir. Duygulanımsal deneyimler parçalanmış olarak yaşantılanır. Mahir’in dünyasında da annesi ne kadar iyi ve masumsa babası bir o kadar kötü ve tehlikelidir. Kurama göre, daha sonra süreç, kötü deneyimin nesnesinin de aslında aynı nesne olduğunun anlaşılmasına evrilir, iyinin saflığını yitirmesi beraberinde depresyonu getirse de gerçekliğe girmenin tek yoludur. Dünya algısını siyah ve beyazdan gri alana taşıyan ve sanrılardan kurtaran bu evrilmenin yaşanabilmesi fazlasıyla anne ile ilgilidir; annenin, psikanalist Winnicott’ın deyimiyle "yeterince iyi anne” olmasına, yani bebeğinin varlığını coşkuyla karşılamasına, tutarlı yaklaşımına, zamanı geldiğinde ayrımlaşmayı becerebilmesine bağlıdır. Meykirli Nazife ise kendi iç dünyasına çevrilmiş bakışıyla bu süreçleri nasıl yaşatmıştır Mahir’e? İyi ve kötü deneyimi birbirine bulaştırmadan ayrı tutmaya devam eden Mahir için "annesel”i temsil eden arkadaşları, Yusuf, Mazlum, Tezer bütün olumlu özellikleri üzerlerinde toplamışlardır, hiçbir olumsuz tarafları yoktur; "babasal” olan salt "kötülük” hali ise tekinsiz, tehlikeli dış dünya algısında bulur yansımasını. Bu dönemin bedeli olarak yaşanan canavarca bir kötünün varlığının yarattığı şüphecilik, Mahir’in zaman zaman psikozun sınırına dayanmasına yol açar; izlendiği yönündeki sanrılar, başkalarının yüzünde gördüğü varsanılar bunun yansımaları gibidir.

Manik Hal

Zorlayıcı deneyimler karşısında ruhsal bütünlüğü korumak adına sahip olunan savunmaların yetmediği noktada, dağılmamak, varlığın yok olmasını önlemek için ruhsal açıdan "gerileme” yaşanabilir; ilksel gelişim süreçlerinden biri olan "manik” döneme, yani "tümgüçlülüğün” baskın olduğu döneme dönüş, gerçeklik dışı sanrısal bir boyut yaşatsa da varlığın parçalanarak yok olmasını önler. Mahir’in bir iş çıkışı günü, aniden her şeyini, telefonunu, ev ve arabasının anahtarlarını, cüzdanının olduğu ceketini çöp bidonunun yanında bırakarak sokaklarda kaybolmaya gidişi böyle bir esrime anını düşündürmektedir: "O an bir ruhum olduğunu nasıl oldu da birden hatırlayıverdim, bilemiyorum (...) ve aniden gerçekte kim olduğunu ya da olması gerektiğini hatırlayıvermiş biri gibiyim” (s. 29). "Bir boşlukta asılı kalmış gibi mekân ve zaman duyumu büsbütün kaybetmiştim. Kabuğumu çatlattım ve dışarı çıktım, artık geriye dönemem, tekrar o kabuğa giremem biliyorum” (s. 29). Yaşamın ilk aylarında, annenin ve tüm nesnelerin uzantı olarak algılandığı, "tümgüçlü” bir sanrıyla, her şeyi kapsayan ve her şeyde kapsanan enerji yüklü varlık hissinin coşkusudur "mani” hali: "Bir an içimdeki aydınlığın şiddetinden korktum” (s. 29). "İçimde tuhaf bir enerji vardı, kıpır kıpırdım” (s. 33). Mahir’in sokaklara koşarken etrafında gördüğü, dokunduğu her nesnede erime halidir, yağmur altında ıslık çalarak ilerlerken duyularında artma, doğaya karışmadır "mani” hali: "Yağmurun, koynundan çıktığı doğayı saf sularıyla yıkayıp temizlemesi gibi, ben de beni yaratan doğamın koynundan göğüme yükselip kirlenmiş ruhumu ve yazgımı yıkayıp temizleyebilmek için varlığımın toprağına düşebilirim” (s. 32).

"Deliler”, sokakta yaşayanlar düzen dışıdır; "normal” olarak görülen toplumsal düzen içindeki insanlar, onları başka bir boyutun insanlarıymış gibi dışarda tutarak kendi deliliklerine yabancılaşmış olarak yaşarlar. Psikanalist Alberto Eiguer, Evin Bilinçdışı kitabında sokakta yaşayanların "normal” denendeki anlamı ve mantığı altüst edişiyle ilgili şöyle diyor: "Gar, vagon, köprü, ancak bağlandıkları başka yerlerle ilgili olarak yararlıdırlar. Oysa barınaksız orada yaşamaktadır. Eğreti, geçici bir alanı sabit bir yere, bir hareket aracını bir sığınağa, garın koridor ve salonlarını işaretlerlerle belirlenmiş mekânlara dönüştürmüştür. Barınaksız anlamları altüst eder, mantığı tersine çevirir” (Bağlam Yayınları, 2018,
s. 127). Ahmet İlhan da mantığı tersyüz ederek, okura, sokakları konforlu yaşama tercih eden karakteri üzerinden, her şeye bir de "deliliğin” gözünden bakma olanağı yaratıyor; bilinenin içindeki bilinmeyen yüzü gösteriyor.

Düşlemle Gelen: Kurtarılmış Alan

Freud düşlemleri, modern kentlerde, doğal alan oluşturmak için yapılan parklara benzetir. Doğal park alanları, çocukluk döneminin zaman ve mekân sınırının olmadığı özgürce yaşam algısını tekrar vererek insana bir yanılsama alanı yaratır. Sağlıklı bir varoluş yoludur düşlemlere sahip olmak. Mahir’in dış gerçekliğin basıncından korunmak için bulduğu sığınaklardan biri de düşlemleridir: "(...) Hayatın bana değip geçen tınısını seviyorum ama bende kalanını, birikenini sevmiyorum. Yani demek istediğim aslında ben hayatın düş kısmını gerçeğinden daha çok seviyorum” (s. 116-117). Psikanalist J. Laplanche ve J. B. Pontalıs, düşlemlerle ilgili "Düşlem arzunun nesnesi değildir, onun sahnesidir.” (Temel Düşlem/Kökenlerin Düşlemleri/Düşlemin Kökenleri, Bağlam Yayınları, 2002, s. 86.) diyorlar. Düşlem, arzuyu tekrar canlandırmak için sahneyi kurar, doyum arayışındaki zorunlu gecikme karşısında bilinçdışı arzunun gerçekleşmesinin yolu olur, böylece gerçeklikten kaçmak olanaklı hale gelir. Bazen ise gerçeklik o kadar katıdır ki düşleme alan tanımaz ve daha gerilerden gelen "mani” gibi ilksel "psikotik” savunmaların yolunu açar; Mahir’e deliliğin kapısını açan da artık düşlemlerini kaybetmiş olmasıdır: "Sürekli daha fazlasını ve daha katısını isteyen ancak benim için hiçbir anlam üretmeyen türden bir hakikatin esiri olmuştum. Çünkü bana düşlerimi kaybettirmişti. Üstelik düş yoksa gerçek bir arzu da yoktu. Sadece görüp uzanabildiği her şeyi isteyen duyulardan yoksun, bilinçsiz bir iştah vardı” (s. 27).

Çıkış Yolu: Düşünselleştirme / Dışardan Bakma / Yabancılaştırma

Freud "Düşlemin ardından düşünce etkinliği de arzunun gerçekleşmesinde dolaylı yoldan başka bir şey değildir. Böylelikle, düşünce sanrısal arzunun yerine geçer.” (Elda Abreveya, Aynadan Ötekine, Bağlam Yayınları, 2000, s. 50) diyor. Düşünce oluşturma, sadece arzunun tatminini sağlamaz, bir yönüyle de yaşanan sıkıntılı deneyimlerin yarattığı dayanılmaz duyuları bilinçten uzaklaştırır. Derinde Bir Yer’in dikkat çekici özelliklerinden biri de felsefik içerikli düşünce monologlarının oldukça fazla olması. İnsanoğlu düşünmek, yorum yapmak yoluyla yaşanmışlığın adını koyar, bir çerçeve içine yerleştiririr, dışardan bakma imkânı yaratır kendine. Böylece hissedişin acıtan tarafı yalıtılmış olur. Düşünülebilir, konuşulabilir hale gelen her şeyin travmatik etkisi azalır.

Üst üste yaşanan olumsuz olayların yarattığı yoğun, tahammül edilmez ısdırap karşısında Mahir’in düşlemlere, hatıralara, sokaklara hatta deliliğe sığınarak travmatik etkinin tazyikini dışarıda tutma çabası romanın sonuna doğru başka bir savunmaya daha evrilir: Dışardan bakma/Yabancılaştırma... Son bölümde romanın kendi iç kurgusu aniden kesilerek okur da kurguya dahil edilir. Gerçeklerden kaçmaktan, sanrılara sığınmaktan vazgeçtiği bir noktadayken Mahir’in romandan çıkıp okurun karşısına dikilme ya da okuru romanın sayfalarının içine çekme anıdır bu: "Bu arada, eminim, uzun süredir kendimi başka yüzlerde, bedenlerde görmediğimi fark etmişsinizdir... Kendimi reddedişlerle parçalayarak birden fazla insana bölünmekten yoruldum ve bir de biliyorum ki insan hakiki olarak ancak kendi acısını yüklenebilir. Hatta bazen onu bile başaramaz” (s. 192).

Gerçekliğe Dönüş

Romanın sonunda yazar, verilen varlık savaşının tanıkları olan okura, anlatılanların bir kurgudan ibaret olduğunu hatırlatarak, olayların içinden dışarı çıkarır. Yazar, karakteri üzerinden romana "anlatı” ifadesini kullandırarak bizi gerçekliğin dünyasına çeker ama gerçekliğin kurgudan çok daha derin ve acı olduğunu hatırlatarak: "Yaşadıklarımız, yaşadıklarımızın hakiki bir dille ve doğru bir biçimde ifade edilmesine mani oluyor. Bütün bu anlatı boyunca deneyimlediğim gibi, acılarımın, bunalımlarımın, sevinçlerimin, arzu ve amaçlarımın en çıplak ve gerçek halleriyle karşınıza çıkamayacağımı biliyorum” (s. 192).

Tayfun Demir'le Görüşme  Necmi Sönmez     89
Boğulmadan Yanmadan  Cevat Çapan    90