Tayfun Demir'le Görüşme
Almanya’nın Duisburg kenti tarafından 2012’den beri düzenli olarak iki yılda bir verilen Fakir Baykurt Kültür Ödülü’nün 2020’deki sahibi Tayfun Demir oldu. Yazar, yayıncı, kütüphaneci, çevirmen kimlikleriyle 1976’dan beri Almanya’da çağdaş Türk yazını ve kültürünün tanınması için önemli etkinlikler gerçekleştiren Tayfun’un özellikle Türkçeden Almancaya nitelikli çevirilerin yapılması için verdiği çaba dikkat çekicidir. Hem Türk hem de Alman kültür kurumların ulaşamadığı "ara noktalarda” gelişen göçmen, "melez duruşu” kendi politik tecrübelerinden kaynaklanan bir dayanışma anlayışıyla savunan Tayfun birçok önemli tasarıya öncülük etmesine karşın alçakgönüllü olmayı elden bırakmayan ender kültür insanlarındandır. Fakir Baykurt Kültür Ödülü töreni 3 Kasım 2020’de karantina koşulları nedeniyle yazarın hayatının önemli bir bölümünü geçirdiği Duisburg’un Homberg bölgesindeki Fakir Baykurt Meydanı’nda açık havada sınırlı katılımla gerçekleşti.
- Fakir Baykurt ile nerede ve ne zaman tanıştınız?
- Baykurt’la ilk karşılamam 1968 sonu veya 1969 başında olmalı. Ankara’da öğrenciydim. SBF’ye bir konferansa gelmişti. Sonra başını çektiği TÖS, dönemin tüm devrimci gençlik hareketlerini yanına alarak büyük öğretmen grevini başlattı… Yıllar sonra, 1977 başı olmalı, Duisburg Bruckhausen semtinde bir göçmen toplantısında karşılaştık. Anımsadığım kadarıyla Almanya’ya üç aylık bir görevle gelmişti. Kısmen baş başa bir sohbetimiz olmuştu.
- Baykurt’un 1979’da Duisburg’a yerleşmesinden sonra onunla ortak projelerde çalıştığınızı biliyorum. Bu çalışmalar arasında bir de günlük gazete var değil mi? Eğer yanılmıyorsam bu Almanya’da çıkan Türkçe gazetelerden ilki galiba.
- Bir "Gazete” var ama bu amatör koşularda yayımlanan ve aslında görselliği ağır bastığı için "gazete” dediğimiz aylık bir haber bülteniydi. Şehirde olup bitenler içinde Türkiyeli göçmenleri ilgilendiren sosyal-kültürel-sanatsal etkinlikleri, halk eğitim merkezi benzeri kültür kurumlarının sunduğu kursları, çöp ayrıştırmadan Türkiye’ye havale yapmaya, hayvanat bahçesinden yüzme havuzuna, kütüphaneden sağlık dairelerine uzayan genel bir çerçeve içinde yerel yönetimin halka açık tüm olanaklarını Türkçe olarak duyurmayı amaçlıyordu. Benim şehir yönetimiyle ilk ilişkim 1 Mayıs 1977 katliamının ardından bir toplantı için yer istemekle başladı. Yabancılara yönelik bir proje de o sıralarda göçmenlerle ilişki kurmanın yollarını arıyordu. Denk geldi. Bana ne gibi eksiklikler gördüğümü sordular, "bilgi” dedim. Buyur yap dediler, ben de "Merhaba” adında aylık bir bülten çıkarmaya başladım. Türkiye’den, sendikal hareket deneyiminden gelen görece ilkel yöntemlerle tabi… En büyük şansım bu gazetenin on bin adet basılarak, temel eğitim okullarındaki öğrenciler kanalıyla şehirdeki tüm Türkiyeli ailelere dağıtılabilmesiydi. Bu olanakla çok başarılı kültürel etkinlikler yapabiliyorduk, yaygın bir iletişim ağı kurmuştuk.
Fakir Baykurt Duisburg’a yerleşme kararı verince ona önce bir ev, sonra bir iş bulmamız gerekiyordu. Şehir yönetimine öğretmen kadrosu için yaptığımız başvuru, kültür dairesi üzerinden Kuzey Ren Vestfalya Eyalet Hükümeti’ne iletildi. Uzun bir süreç bekliyordu bizi. Baykurt önce Duisburg’un en eski konutu olan Dreigiebelhaus adlı kent misafirhanesinde konuk edildi. Daha sonra birlikte çalıştığım iş arkadaşım Wolfgang Esch bir süre için Winkel Sokağı’daki kendi konutunu Baykurt’a verdi. Ben de "Merhaba” adlı gazetemizin redaksiyonunu ona bıraktım. 1980 yılında RAA "Regionalen Arbeitsstellen zur Förderung von Kindern und Jugendlichen aus Zuwandererfamilien” adlı pilot projenin hayata geçmesiyle birlikte Fakir Baykurt bu projede çalışmaya başladı. Burada bir noktaya açıklık getirmek isterim: Fakir Baykurt’la dayanışma içinde olduk. Birçok kez evine konuk oldum, evime konuk oldu. Sırlarımız oldu… Onun Duisburg’u seçmesi için bir çaba harcadım elbette. Ancak bunun nedeni, bir dostluğun, geniş anlamda politik bir yakınlığın gereği olduğu kadar, onun yaşadığım ve çalıştığım kente bir zenginlik katacağını biliyor olmamla da ilgilidir ve çevremi de bu nedenle ikna etmişimdir.
- Baykurt’un 1979’dan vefat ettiği 1999’a kadar olan çalışmalarını değerlendirirken hangi ana başlıkları seçmek doğru olurdu? Edebiyat çalışmalarının yanı sıra aktif olarak politik, sosyal, özellikle ilk kuşak Türkiyeli göçmenlerin sorunlarıyla da yakından ilgilendiğini biliyoruz. Onunla birlikte birçok ortak projede çalıştığınız için ayrıntılı bilgi verebileceğinizi düşünüyorum.
- Burada belirli bir dönem onu yakından izleyen, çeşitli projeler içinde birlikte çalışan ve aynı zamanda yazınsal çalışmalarını 1985 yılına dek yazım aşamasında okuyup onunla tartışmayı göze alan bir insan olarak diyebilirim ki; Fakir Baykurt yaşamını büyük bir tutkuyla yazına adamış, yazınsal eylemini hayatının ekseni kılmış bir yazardır. Öteki tüm sosyal, kültürel, siyasal ilgileri sonuç itibariyle onun yazınsal ırmağına "ayrıntı” taşıyan çaylar, dereler olmuştur. Duisburg’da çevresine toplanan edebiyat tutkunu işçiler, öğrenci ve öğretmenlerle geliştirdiği "Edebiyat Kahvesi” toplantıları, onu şehir şehir okuma etkinliklerine taşıyan Türkiye’den öğrencileri, hemşerileri, etrafını saran politik gruplardan tanışları, Avrupa’nın bir ucundan bir ucuna, hatta Avustralya’ya uzayan dostlukları ve hepsinden öte yıllarca birlikte çalıştığı RAA yönetimi, iş arkadaşları… Hemen hepsi onun yazınsal serüveninde bir işlev yüklenmiştir. Doğrudan yazma etkinliği ve yazıp yayımladıklarının yeni baskılar için tekrar tekrar gözden geçirilmesi dışında kalan zamanını büyük ölçüde sadece yazınsal çalışmalarına kaynaklık edecek ilişkilere ayırmıştır Baykurt. Katıldığı görüşmeler, tanığı olduğu diyaloglar içinde kalemi, notlar aldığı defterleri hep elindedir. Benim tanıdığım Baykurt, sınırsız bir yazma tutkusu ve bunun için elindeki zamanın yetmeyeceği korku ve telaşıyla çalakalem bir koşu içinde olmuştur.
Buradan hareketle romanlarında öne çıkardığı ve işlediği Almanya gerçeğine ilişkin konuları onun "aydınlanmacı” yaklaşımı içinde; göç ve yabancılaşma, akültürasyon, sıla hasreti, gelinen ülkenin kavranamaması, dilinin öğrenilmemesi ve dinsel etkilerle başlayan içe kapanma, bunun yol açtığı eğitim ve öğretim sorunları, ailenin parçalanması, kadın erkek ilişkilerinin kadın aleyhine daha çok bozulması olarak sıralayabiliriz. Kapsamlı özyaşam öyküsünün bir bölümünde Almanya’daki yazın serüvenini ayrıntılı olarak anlatır. Orada bu söylediklerimin izi sürülebilir.
- Baykurt’un Duisburg’ta tekrar öğretmenliğe başlaması nasıl olmuştu? Bu sıradaki gözlemlerin, tecrübelerinin son dönem kitaplarını köklü olarak etkilediğini gözlemliyoruz. Yüksek Fırınlar, Koca Ren, Yarım Ekmek üçlemesi bunun kanıtı olarak değerlendirilir elbette. Hem onun yakınında hem anlattığı Duisburg’ta yaşadığınız için, Baykurt’un izlenimlerini ne derecede soyutladığını, ne derecede gerçeklerden yola çıktığını yakından izlediğinizi düşünüyorum. Bu konudaki gözlemlerinizden yola çıkarak onun kurgu anlayışını nasıl değerlendirirsiniz?
- Fakir Baykurt’un Duisburg’da tekrar öğretmenliğe başlaması bana kalırsa onun çok istediği bir şey değildi. Baykurt, Türkiye kökenli göçmenlerin yığınsal olarak yaşadıkları bölgelerde gözlemlerde bulunmak, dostluklar kurmak ve kendi insanlarıyla içli dışlı yaşayarak onları yazmayı arzuluyordu. Doğru olan, ona, yazarlık serüvenini sürdüreceği koşulları yaratmaktı. Ancak o dönemde Türkiye kökenli göçmenlerin sosyal-politik-kültürel örgütlülük düzeyi ve bilinci böylesi bir talebi dillendirecek ve arkasında duracak düzeyde gelişmediği gibi, Baykurt da Almanya’yı, bu arzusunu böylesine bir açıklıkla ifade edebilecek kadar tanımıyor, hedefini herhangi bir biçimde "oturma ve çalışma müsaadesi” alabilme imkânıyla sınırlıyordu ki, bu anlaşılır bir durumdur.
Fakir Baykurt, daha sonra "Duisburg Üçlemesi” olarak adlandıracağı romanlarının ilkini, Yüksek Fırınlar’ı Duisburg’daki ilk günlerinde, öğretmenliğinden çok önce, henüz yukarıda sözünü ettiğim Dreigiebelhaus adlı kent misafirhanesindeyken yazmaya başlamıştır. Bu misafirhaneye komşu olan otonom gençlik merkezi, özgür aşkın, toplu yaşam evlerinin pek moda olduğu o günlerde bu merkezdeki etkinliklere katılan alternatif genç insanlar, kızlar-oğlanlar, Türkiye’den gelen elli yaşında bir yazarın dikkatini çekerken onun önyargılarından da nasiplerini almışlardır. Bu ayrıntıyı şu nedenle paylaşmak istedim; Fakir Baykurt’un "Duisburg Üçlemesi” roman kahramanları olan kadınların, erkeklerin ve genç insanların Almanya sosyalizasyonunun öyküsü olduğu kadar, Fakir Baykurt’un kendi "uyum sürecinin”de öyküsüdür. Kuşkusuz ki Baykurt hemşerilerinin yaşam deneyimlerini toplumcu gerçekçi yazın anlayışının görev bilinciyle edebileştirirken Duisburg Üçlemesi’nin her bölümünün başına koyduğu alınlıklarda da belirttiği gibi somut anlatıcılardan yola çıkar. Geldikleri sanayi sonrası toplumun bilinmezliklerle dolu ürkütücülüğü içinde köylülükten sanayi işçiliğine evrilen bu insanlar, yaşadıkları değişime direnirken, teslim olurken, ayak uydururken gösterdikleri tepkilerle kendilerini yeniden yaratırlar. Baykurt, Türkiye’deki yazınsal başarısının bence önemli bir taşıyıcısı olan kadın kahramanlarını, Duisburg Üçlemesi’nde de tüm ezilmişliklerine karşın toplumsal değişim ve gelişimin öncülleri olarak görür.
- "Duisburg Üçlemesi” romanlarının Almancaya çevirilmesinde kurduğunuz Dialog Edition Yayınevinin son derece önemli katkıları oldu. Bu yayınevinin kuruluşu, hedefleri hakkında konuşalım mı biraz? Sormadan edemeyeceğim, Fakir Baykurt, kitaplarının Almancaya çevirilmesi konusunda ne düşünüyordu?
- Sondan başlayayım: Baykurt da tüm yazarlar gibi yapıtlarının başka dillere çevrilecek yayımlanmasından elbette büyük mutluluk duyardı. Baykurt’un Almanya’ya geldiği ilk yıllar Türk Edebiyatından Almancaya çeviriler konusunda umut veren gelişmeler yaşanıyordu. Berlin’de Ahmet Doğan’ın kurduğu Ararat Yayınevi, Baykurt’un başyapıtı sayabileceğimiz Yılanların Öcü, Irazca’nın Dirliği ve Kara Ahmet Destanı üçlemesinin yanı sıra yazarımızın Almanya’da yazdığı Barış Çöreği adlı öyküsünü Türkçe ve Almanca olarak iki dilde yayımlamış (1981
1984), Baykurt bu öyküsüyle 1984 yılında Berlin Senatosunun Çocuk Edebiyatı, 1985 yılında ise Federal Almanya Sanayiciler Birliği Edebiyat ödüllerine değer görülmüştü. Aynı dönemde Almanya öykülerinden oluşan Gece Vardiyası’nın Almanca çevirisi önce Zürih’teki Union, ardından da Dağyeli yayınevleri tarafından yayımlandı. Ancak farklı nedenlerle bu üretken sürecin arkası gelmedi…
Fakir Baykurt görevi gereği Türkçe derslerinde kullanılan öyküler yazıyordu, bunların bazıları Almancaya çevirilerek çalıştığı kurumun (RAA) veya Duisburg Şehir Kütüphanesi’nin imkânlarıyla defterler halinde yayımlanıyordu. Baykurt, bu çeviri sürecine katılan kimi öğretmenler ve toplantılarına ilgi duyan Türkçe öğrenmiş Almanlar kanalıyla Türkiye’de yayımladığı öykülerinden kimilerini çevirterek göçmen kültür ortamı içinde varlık gösteren bir yayınevi üzerinden yayımlatıyordu.
"Duisburg Üçlemesi” Türkiye’de yayımlanırken, Almancaya çevirisi ile ilgili birçok girişimler olduğunu, hatta kimi yayınevlerinin bu konuda yazınsal değerlendirme için edebiyat eleştirmenlerinden görüş istediklerini biliyorum. Üçlemenin ilk kitabı Yüksek Fırınlar Türkiye’de 1983 yılında yayımlandı. Onu 1986’da yayımlanan Koca Ren ve uzun bir aradan sonra 1997 yılında Yarım Ekmek izledi. Üçlemenin tanınmış bir yayınevi tarafından yayımlanabilmesi ancak çeviri ve basım konusunda bir destek bulunmasıyla olasıydı. Bunun için ciddi bir girişim olduğunu anımsamıyorum. Sonuç olarak Fakir Baykurt’un yapıtlarının Almanca çevirisi konusunda bir hayal kırıklığı yaşadığını ve bunun büyük bir haksızlık olduğunu söyleyebilirim.
Sorunun başına dönersek; önce düzeltmeliyim Dialog-Edition üçlemenin tümünü değil, sadece son romanı olan Yarım Ekmek’i Almanca olarak yayımlamıştır. Yarım Ekmek’in Almanca çevirisi yayımlanırken Dialog-Edition, yönetiminde olduğum Türkiye Almanya kültür ilişkileri ekseninde faaliyet gösteren Dialog Derneği’nin yayın koluydu. Daha önce Türkiye’nin Frankfurt Kitap Fuarı’nda Onur konuğu olduğu 2008 yılında Türkiye Kültür Bakanlığı ve İstanbul’un 2010 yılı Avrupa Kültür Başkenti adaylığı nedeniyle 2009 yılında yine Frankfurt Kitap Fuarı’nda gerçekleştirdiği sunum için kapsamlı iki sergi ve sergi katalogları hazırlamış, bunların basımı için bir yayınevi bulamayınca da dernek bünyesinde yayıncılık yapmayı kararlaştırarak, söz konusu katalogları yayımlamayı becerebilmiştik. 2009 yılında NRW Eyaleti Kültür Bakanlığının da desteğinde düzenlenen geleneksel Akzente Festivali "Kültürler Köprüsü Boğaziçi” temasıyla planlanırken bu festivale Türkiye’den davet ettiğimiz pek çok, edebiyat, tiyatro, modern dans ve müzik gruplarının etkinliklerini, 2008 yılında kütüphaneden ayrılarak sanat yönetmenliğini üstlendiğim Feuerwache adlı kültür merkezinde gerçekleştirmiştik. Aynı yıl Baykurt’u 10. ölüm yıldönümünde anmak için geniş katılımlı bir program düzenledik. Orada yaptığım konuşmada "Duisburg Üçlemesi”nin onca yıldan sonra hâlâ Almanca’ya çevrilmemiş olmasına dikkat çekmiş, bunun hem Türkiyeli kültür-sanat çevreleri, hem de yerel yönetim açısından sorunlu bir durum olduğunu belirtmiştim. Tabii iş eleştirmekle bitmiyordu. Dernek adına bir proje hazırlayarak kimi girişimlerde bulundum. Sonuçta üçlemenin son romanını iyi bir çeviriyle (Sabine Adatepe) yayımlamayı başardık. Benim bu projeden beklentim medya organlarında yer alacak tanıtım ve değerlendirmelerle güçlü bir yayın kuruluşunun dikkatini çekmekti. Ancak amaçladığımız hedefe ulaşamadık. 2020 Fakir Baykurt Kültür Ödülü nedeniyle Duisburg Belediyesi ve Kültür Dairesi’nin dikkatini yeniden Duisburg Üçlemesi’ne çekmeyi başardığımızı sanıyorum. Gelen haberler önümüzdeki yıl itibariyle öteki iki romanın çeviriye verilebileceğini muştuluyor.
- Almanya’ya işçi olarak gelmelerine rağmen yazar, edebiyatçı kimliğiyle çalışmalarını sürdüren önemli bir kuşak var. Bu kuşağın çalışmalarının, çabalarının Türkiye’de çok uzun bir süre ciddiye alınmadığı gerçeğinden yola çıkmak doğru mudur? Kişisel olarak bu yazarların önemli bir bölümünü tanıdığınız için sormaktan çekinmiyorum, acaba onların iki toplum arasında kalmaları ve yazdıklarının Almanya kökenli olması yazdıklarının Türkiye’de doğru algılanmasında sorun mu yarattı?
- Gerçekte işçi olarak gelen ilk kuşak içinde birkaç isim dışında çok başarılı edebiyatçılar çıktığını söyleyemeyiz. Göçün ilk yıllarında Almanya’yı yazanlar, büyük ölçüde Türkiye’den çeşitli nedenlerle gelen yazarlardır (Bekir Yıldız, Nevzat Üstün, Füruzan, Yusuf Ziya Bahadınlı gibi). Tabii Yüksel Pazarkaya’yı tüm bu sınıflamaların dışında tutmak gerektiğini burada yeri gelmişken belirtmeliyim. Bunlar arasında bir süre kalıp dönerek izlenimlerini yazanlar, bir dönem adlarından söz ettirmişlerdir. Bu yazarların çok azı Almancaya çevrilmiş veya Alman edebiyatında iz bırakmıştır. "Konuk İşçi/Göç/Göçmen/ edebiyatı” gibi isimler alarak süren bu edebiyat, çevrilebildiği ölçüde Almancada ve kaynak dil olarak Türkçede edebiyat çevrelerinden çok, göç sosyolojisinin ve sosyal tarih araştırmalarının konusu olmuştur; ki bu, çoklukla yakınma düzeyinde kalarak göçe doğrudan tanıklık eden yanıyla çok da yanlış bir tutum olarak görülmemelidir.
- Ardından Türkiye kökenli yazarların Almanca yazmaya başlaması serüveni başlıyor değil mi? Bu konuda kapsamlı sergiler hazırladığınız, kitaplar yayımladığınız için hem yazarların hem de yayınevlerinin beklentileri hakkında tarihsel bir kıyaslama yapmanız mümkün mü? Bu konuda bir milat noktası belirlemek gerekirse hangi kitaptan ya da olgulardan söz etmek doğru olurdu?
- 1980 öncesinin şiddet ortamıyla 1980 darbesinin getirdiği şiddet, Türkiye’den ciddi bir kaçışa neden oldu. Almanya’ya aile birleşimi, evlilik veya öğrenim amacıyla gelenler olduğu gibi, sığınma talebiyle de kitlesel bir göç yaşandı.
Bu kitlenin içinde yüksek öğrenim görmüş, politik bilinci ve kültürel-estetik beğenileri incelmiş hatırı sayılır bir kesim vardı. Bu da Almanya’da yaşayan Türkiyelilerin kültürel yaşamına bir yandan farklı bir canlılık getirirken, bir yandan da ciddi bir ayrışmaya neden oldu. Politik toplantılarda olduğu gibi kültürel etkinliklerde de kitap standları kurulmaya, Türkiye’den davet edilen yazarlarla okuma etkinlikleri, imza günleri düzenlenmeye başlandı. Yayınevleri kuruldu. Dergiler yayımladı. Ancak etkinliklerin tematik ekseni Türkiye’ye kaydı. Almanya bağlamında göçe ilişkin sorunlara öncelik vermek, eğitimde, iş hayatında, kültürel-sanatsal desteklerde göçmenlere yönelik ayrımcı tutuma karşı bilinçli bir politik duruş sergilemek, bu amaçla Alman toplumunun siyasi partileri, sivil toplum örgütleri içinde etkin konumlara gelmek için mücadele etmek geri plana itildi. Ayakları Almanya’da, kafası Türkiye’de bir anlayış, Türkiyelilerin bir ölçüde Alman toplumundan yalıtılması sonucunu doğurdu. Bu benim savım. Bunu öteki göçmen gruplarının eğitim başarısını incelediğimizde daha net olarak görebiliyoruz. Türkiyelilerin Almanya’yı yeni yurtları olarak görmeleri, Alman edebiyatı içinde giderek Almanca yazan yeni kuşak göçmenlerin boy göstermesi 1980’li yılların belki ikinci yarısından sonra gözle görülür bir gelişme içine girdiyse de bu Berlin Duvarı’nın kalkmasıyla değişen eksen nedeniyle oldukça duraksadı. Yayınevlerinin ilgisi başka alanlara kaydı. Almanca yazan ikinci kuşak Türkiyeliler bir ölçüde varoluş krizindeki Germanistik dünyası için bir kurtarıcı oldu. Türkiye Almanya kültür ilişkileri tarihi içinde Türk Edebiyatına yönelik ilgi Türkoloji dünyası içine hapsolmuştu, ötede Germanistik yeni Alman Edebiyatına kan veren bir damar olarak genç göçmen yazarların okunmasının, tartışılmasının ve Almanya sınırları dışında da tanınmasının önünü açtı.
Benim, Türk Edebiyatından Almancaya çeviriler konusunda merakım 1984 yılında Doğu Almanya’da yayımlanan bir Nâzım Hikmet çevirisi (şiirler Rusçadan Almancaya çevrilmişti) ile karşılaşmamla başladı. O zaman henüz internet yoktu. Kaynaklara ulaşabilmek günümüze oranla çok zordu. 1987 yılı sonunda bir sergiyle birlikte ilk bibliyografik yayını, Yüksel Pazarkaya ve çevirmen Türkolog arkadaşım Carl Koss’un katkılarıyla gerçekleştirdim. 1995 yılında hem geriye doğru yol aldığım hem de geçen zaman içinde yoğun bir çeviri dalgası geldiği için sergiyi ve bibliyografyayı geliştirdim. 2008 yılında eksiksize yakın bir taramayla 1800 2008 yıllarını kapsayan dönem çevirilerini "Türkische Literatur in Deutscher Sprache” adıyla yeniden yayımlarken, Almanya göçüne ilişkin yazınsal gelişmeyi,
50. yılı anısına "Türkischdeutsche Literatur Chronik Literarische Wanderungen” adıyla ayrı bir sergi ve bibliyografya olarak düzenledim. 1987’den bu yana iki kez yenilenen sergiler, çeşitli kurumlar ve yerel yönetimlerle işbirliği içinde düzenlediğimiz edebiyat etkinliklerini görsel olarak da zenginleştirdi. Başlangıçta Türkiye’den davet ettiğimiz yazarlar Almancada bilinmiyordu. Onlara ilişkin hazırladığımız seçki çevirileriyle edebiyat etkinliklerinin iki dilde yapılması giderek etkisini gösterdi. Bu bağlamda birçok Türk yazarının Alman yayınevleriyle ilişki kurması mümkün oldu. Kuşkusuz ki Türkiye Almanya Kültür ilişkilerinin edebiyata yansıyan kültür projeleri bu gelişmede önemli rol oynadı; Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti Kültür Sekreterliği’nin 1991 2001 yılları arasında desteklediği "Türkiye’den Yazarlar Kuzey Ren Vestfalya’da” Projesi, Türkiye Kültür Bakanlığı’nın TEDA ve 2005 2010 yılları arasında Robert Bosch Vakfı’nın desteğiyle gerçekleştirilen "Türkische Bibliothek” Projesi, Ruhr Bölgesinde yine iki binli yıllarda kurumlaşan Ruhr Kitap Fuarı ve Literatürk Festivalini bu bağlamda sayabiliriz.
– 31.10.2021’de Almanya ile Türkiye arasındaki işçi göçünü öngören anlaşmanın 60. yılı kutlanacak. Bu altmış yıllık sorunlu tarih bir şekilde üçüncü kuşak Almanca yazan Türkiye kökenli yazarları da şekillendirdi. Bu kuşağın çalışmaları sizce Çağdaş Alman Edebiyatı içinde nasıl ele alınıyor? Türkçe yazan ilk kuşak ile Almanca yazan bu kuşağı karşılaştırmak elbette mümkün değil ama bence bu kuşakların bir şekilde göç tarihiyle kurdukları yakın bir ilişki var. Ne düşünüyorsunuz bu konularda?
– Türkiye ile Almanya arasındaki inişli çıkışlı ilişkiler en çok Almanya’da yaşayan Türkiye kökenlileri etkilemiştir. Politik ilişkilerin barışçıl seyri hem iki ülke arasındaki kültürel alışverişi güçlendirmiş hem de Alman halkının Türkiyelilere bakışını olumlu etkilemiştir. Burada kuşkusuz medya organlarının tutumu da etkin bir rol oynamıştır. Politik ilişkiler gerginleştiğinde, işyerinde işçiler, okulda öğrenciler, ulaşım araçlarında yolcular bu gerginliği birbirlerine negatif enerji olarak yüklemişlerdir. Kültür-sanat üreticileri de bu atmosferden kendilerine düşen payı almışlardır. Öte yandan bugün itibariyle Almanya’da artık "ethnic community”lerden çok sosyal, kültürel çevrelerden "mileu” söz etmek daha doğru olacaktır. Bu anlamda Almanlar ve Almanya’da yaşamakta olan göçmen kuşakları, birlikte kendi eğitsel, dinsel, kültürel, sosyal konumlanmalarına, gelir düzeylerine, yaşam biçimlerine bağlı olarak oluşturdukları çevrelerde yaşamaktadırlar. Bunu demekle hâlâ kendi içine kapanmış, paralel bir yaşam süren MüslümanTürk bir azınlığın varlığını yadsımıyorum, ancak bu da o sayısız çevrelerden ancak bir tanesini oluşturuyor ki, onun da içinde birbirinden farklı alt çevreler olduğunu biliyoruz.
Edebiyat açısından baktığımızda da her çevrenin kendi yazınını ürettiği kuşkusuz. Ana akım edebiyatın içinde yer alan ve geçmişinde bir göçmenlik bağı taşıyan yazarların, bu bağla hesaplaşmaları ise artık tanıklıktan öte bir anlam taşıyor. Gelişimlerindeki çokdilliliği, çokkültürlülüğü edebiyatlarına bir zenginlik olarak katıyorlar. Bu da başarılarında önemli bir rol oynuyor, ulusallık sınırlarını yıkan yeni bir edebiyat geliyor.